Bir Yobazın Günlüğü…

1801079_504478269668888_1754557844_n

Muhterem din kardeşim günlük. Bugün yine güne risale okuyup hoca hazretlerine dua ederek başladım. Dua bittikten sonra her gün olduğu gibi arşivler açılmış mı diye abileri arayıp sordum. Yine açılmamış. Allahtan ümit kesilmez pis lanet kemalistler arşivleri açmıyor. Bir açılsa herkes gerçekleri öğrenecek ama korkuyorlar.

Devam edelim sevgili din kardeşim günlük Öğleden sonra biraz risale okuduktan sonra Bilgisayar başına oturdum. Üstad Kadir Mısıroğlu’nun yeni sohbetleri yutuba yüklenmiş mi diye baktım yüklenmemiş, ben de eski videolarından bir kaç tanesini izledim. Hoca yine döktürüyor maşallah. Mustafa Kamal’a neler söylüyor neler. Dinsiz Kamal harf devrimi yapınca 1 gecede cahil kalmışız devrimden önce çok kültürlüymüşüz maşallah öyle böyle değil. Her evde kütüphane varmış ahh ahh harf devrimi olmasaydı atomu bile parçalardık ama neyse…

Üstadın videolarıyla biraz ilim sahibi olduktan sonra her gün olduğu gibi gugılı açtım Kamal hakkında yeni şeyler bulmalıydım. Artık şu kamalistleri susturmalıydım. Gugıla ”kafir Kamal” yazdım olmadı üstadın videoları çıktı ”ataput” yazdım yine üstadın videoları çıktı. Bu üstadta her aramada çıkıyor yahu… Eeeee üstad olmak kolay değil… Bir insan her konuda bilgili olunca her aramada çıkıyor tabi.. Allah başımızdan eksik etmesin. O olmasaydı biz şu an hala Mustafa Kamal’ı müslüman znnedecektik. Onun sayesinde aydınlandık

Bu aramalardan istediğim sonucu alamadım. Kimsenin bilmediği bir şey bulmalıydım. Bu kamalistler canımı çok sıkıyorlar. Bana cahil diyorlar yobaz diyorlar dalga geçiyorlar. Onlara cevap vermem için yeni bir şey bulmalıydım. Öyle bir şey olmalıydı ki bu kimsenin bilmediği gizli kalmış bir gerçek olmalıydı. Ümidimi kesmedim aramaya devam ettim.

Sonunda aradığımı buldum muhterem din kardeşim günlük. Gugılda Mustafa Kamal’ın son meclis konuşmasını buldum. Parantez içinde ”Gizlenen gerçek- silinmeden izleyin” yazıyordu. Ben de hemen izledim tabi ki.  Meğer Kamal kurana ”gökten indiği sanılan kitaplar” demiş. Vay kafir vay bunu bizden gizlemişler. Bu kadar gizli bir belgeyi öğrenince ne kadar mutlu oldum anlatamam. Bu videoyu kim yüklemişse Allah razı olsun. Video iki yıl önce yüklenmiş bu kadar gizli bir belgeyi iki yıldır öğrenemediğim için kendimden utanıyorum. Salak kamalistler iki yıldır bu videoyu silmemişler.

Kamalistleri susturmak için herşeyim hazırdı. Bu videoyu hemen paylaşmalıydım. Onların gözüne sokmalıydım Kim yobazmış kim cahilmiş görsünler. Hemen videoyu kamalist sayfalarda paylaştım Atatürk’ün dinsiz olduğunu  öğrenince insanlar kesin gerçeği anlar ve ona düşman olur diye düşünüyordum ama ne göreyim yine benimle dalga geçtiler videoda kuran kelimesi nerde geçiyor dediler. Gökten indiği sanılan kitaplar demiş işte kuran değil de ne olacak. Valla bu kamalistler de çok cahil yahu hiç bir şey bilmiyorlar. Yok efendim kuranı Türkçeye çevirmiş diyaneti kurmuş. Hepsi oyun palavra…

Ben ne dersem diyim bu kamalistler Mustafa Kamal’den vazgeçmiyor. Dinsiz işte sevmesenize kardeşim ne seviyorsunuz? Bu kadar da kör olumaz ki o kadar dinsiz Allahsız diyoruz belge koyuyoruz yine de vazgeçmiyorlar ama bir gün millet gerçekleri anlayacak hele bir arşivler açılsın göreceksiniz millet bu kafiri tanıyacak. Ne yaptıysam başaramıyorum deli oluyorum sevmeyin lan şu kafiri sevmeyin işte kafir diyoruz anlamıyor musunuz? Yine canım sıkıldı. Oysa güne ne kadar umutlu başlamıştım bir gün millet gerçekleri görecek pis kamalistler bu kafiri bir gün sizde sevmeyeceksiniz Yaşasın şeriat yaşasın üstadımız..

TIBBIYELİ  HİKMET

Yobazlar Neden Atatürk Karşısında Çaresiz Kalıyorlar?

Biraz empati kurmaya ne dersiniz? Kendimizi karşıt görüşün yerine koyup onların ruh hallerini anlamaya çalışsak. Bence hiç fena olmaz. Hem karşıt görüşü anlamış oluruz hem de meselelerin özüne inip olayların neden- sonuç ilişkisini daha iyi kavramış oluruz diye düşünüyorum

 

 

Kendinizi Atatürk ve Cumhuriyet düşmanı bir yobaz olarak düşünün. Hayal etmesi bile kötü biliyorum ama bir an kendinizi bir yobaz olarak hayal edin. Hayatınız boyunca hurafelerle beyniniz yıkanmış, beyninizin sorgulama ve düşünme merkezi felç geçirmiş, biat kültürüyle yetiştirilmişsiniz, islamın hem barış dini  hem de dünyanın düşman olduğu bir din olduğunu düşünerek garip bir ikilem arasına sıkışıp kalmışsınız, hayalinizdeki devlet sisteminin tek güzel örneği yok ve düşman olduğunuz bir liderin yine düşman olduğunuz devletinde yaşıyorsunuz. Bu yüzden içinizde bir kin, bir eziklik var, Atatürk’e ve Cumhuriyet’e sövmeyi bir ibadet haline getirmişsiniz. Psikolojik açıdan bakınca çok hastalıklı bir durum… Bu ezilmiş, öfkeli ruh halini anlamadan yobazın kişilik yapısını anlayamayız

 

 

Bu insanları iyi analiz etmek lazım. Yüzlerine yansıyan çok derinlerden gelen öfkelerini görebilmeliyiz. Bu insanlar 90 yıldır tek bir amaç için yaşıyor. ”Atatürk ve onun kurduğu Cumhuriyeti yıkıp yerine şeriat devletini kurmak” Bu amaçlarından zerre kadar sapmadan bugüne kadar geldiler ama hala amaçlarına ulaşamadılar. Özellikle dini hassasiyeti yüksek olan bir müslüman bir ülkede Atatürk’ü ”din düşmanı” göstermeye çalıştıkları halde insanlar Atatürk’ü sevmekten vazgeçmedi. Bunun nedenlerini hiç düşündünüz mü? Dini konuda hassas olan Türk milleti neden bu kadar yoğun ”din karşıtı” propagandaya rağmen Atatürk’ten vazgeçmiyor?

 

 

Bu nedenlerin en başında yobazın cehaleti geliyor. Hiçbir konuda kapsamlı, doğru bilgiye sahip olmadan ”dedemden duydum” ”ninem öyle dedi bilmiyorum” hikayeleriyle bilgi dağarcıklarını doldurdukları için güçlü propaganda yapamıyorlar. Sözde en bilgili oldukları konuda bile yazacakları bir paragrafı geçemediği için insanları ikna etmekte güçlük çekiyorlar. Biraz tarih bilgisi  ve mantıklı, sorgulayabilen bir beyne sahip olan birisi yobazların iddialarındaki basitliği saçmalığı ilk bakışta anlıyor. İkna edebildikleri kesim ise kendileri gibi düşünemeyen, kör cahil kesimdir. Bu yüzden yobazın yalanları hiç bir zaman halkın çoğunluğu tarafından kabul görmemiştir. Her zaman azınlık bir grup olarak kalmışlardır. Ayrıca bu yalanların basitliğinin üzerine bir de yobaz yalanlarını deşifre eden Kemalist yazarları da eklersek başarı oranları çok daha düşük olacaktır.

 

 

Yobazın başarısızlığının ikinci nedeni Atatürk’ü tanımamasıdır. Atatürk’ün tarihi bir şahsiyet olduğunu kavrayamadıkları için basit argümanlarla onu yok edebileceklerini sanıyorlar. Tarihi şahsiyet Şevket Süreyya Aydemir’in ifadesine göre ‘‘tarihi bir misyon yüklenmiş ve kendi yolunu çizerek tarihteki yerini alan” kişidir. Atatürk’te her yönüyle tarihe damgasını vurmuş tarihi bir şahisiyettir. Sevseniz de sevmeseniz de yaptıklarıyla tarihe geçmiştir. Önce bunu kabul edeceksiniz. Bunu yok saymak, yok saymaya çalışmak boş bir çabadır. İstediğiniz kadar kara propaganda yapın Atatürk’ün başarıları tarihteki yerini almıştır.  ”Resmi tarih yalan söylüyor” ”Sonradan kahraman ilan edildi” safsatalarını bırakın 90 seneyi 1000 sene bile söyleseniz başarılı olamazsınız. Hele dünya tarihine geçmiş bir insan için ”hain” olduğunu iddia etmek, bu iddiayla başarılı olabileceğini düşünmek gülünç ve aciz bir durumdur. Yobaz, Atatürk’ü seçimle iktidara gelen ve yaşadığı dönemde sevilen bir politikacı olduğunu düşündüğü sürece başarısız olacaktır. İsteseniz de istemeseniz de Atatürk’ün Dünya tarihine geçmiş bir şahsiyet olduğunu kabul edeceksiniz. Kafanızı kuma gömerek sadece kendinizi kandırırsınız.

 

 

Yobazların başarısızlığındaki en önemli nedenlerden birisi de din adına ortaya attıkları iddiaların gerçekte dini kutsallığı olmamasıdır. Bu yüzden ortaya attıkları iddialar millet üzerinde etki etmiyor. Atatürk’ü ”din düşmanı” göstermek için  ortaya attıkları iddiaları sıralayalım

 

Atatürk saltanatı kaldırıp Osmanlıyı yıktı.

Atatürk şeriatı kaldırdı

Atatürk hilafeti kaldırdı

Atatürk şapka devrimi yaptı alimleri astı

Atatürk tekke ve zaviyeleri kaldırdı

Atatürk medeni kanunu getirdi

Atatürk harf devrimi yaptı 1 gecede cahil kaldık

Atatürk kuran okumayı yasakladı

Atatürk el yazılarında islama ”arapların dini” dedi

Atatürk peygamberimize ”muhammed” dedi peygamberliğini kabul etmedi

Atatürk Ayasofya’yı müze yaptı

Atatürk kurana ”gökten indiği sanılan kitap” dedi

 

 

Bu iddialar, Atatürk’ün devrimleriyle ilgili ortaya atılan kara propaganda malzemeleri. Bunların dışında bir de kişiliğine yönelik küçültücü propagandalar var. Şimdi de bunları sıralayalım

 

Atatürk çok içki içerdi ayyaştı ayık kafayla gezmezdi

Atatürk kadın düşkünüydü. Lise önlerinden kız tavlardı

Atatürk eş cinseldi erkekliği yoktu ( Hem kadın düşkünü hem eş cinsel nasıl oluyorsa artık )

Atatürk kadınların baş örtüsünü yırttı  ahlakını bozdu

Atatürk öldüğünde toprak kabul etmedi betona gömdüler

Atatürk’ün sol gözü manda gözüydü deccaldi

Atatürk’ün son sözü ”dini yok edemedik” oldu

Atatürk’ün annesi fahişeydi soyu sopu belli değildi

Atatürk yahudi dönmesiydi ( Yahudiliği hakaret olarak kullanan zihniyetin yaradılanı yaradandan ötürü severiz demesi tuhaf değil mi? )

Atatürk Sabetayist ve masondu. ( Sabetayizm ve masonluk nedir desen bilmezler. Ateist olmak zannediyorlar. Masonları dini bütün insanlar olarak düşünseler önce kendilerini mason ilan ederler merak etmeyin hem de 33. dereceden evliya mason)

 

 

Bu yalanların bir kısmı Rıza Nur’a bir kısmı da Said-i Nursi ve onu takip eden nurculara aittir. En az devrimlerle ilgili yalanları kadar komik, basit, temelsiz iddialar…. Her açıdan saldırdıkları halde neden başarılı olamıyorlar? Neden insanlar Atatürk’ten vazgeçmiyor?

 

Yobazların en temel hatası bu iddiaların dini olduğunu sanmasıdır. İslam ne saltanata, ne hilafete, ne şeriat rejimine, ne arap alfabesine muhtaçtır. Bunların hiçbiri dinin kutsalı değildir. Saltanat mı kutsal? Hilafet mi? Sarık cübbe mi? Alfabe mi? Hangisi kutsal? Bir şeyin kutsal olması için kaynağının kutsal olması gerekir. Bu saydıklarımın hangisinin kaynağı ilahidir? Hepsi insanın bulduğu ve hayata geçirdiği kavramlardır. Saltanatı, hilafeti insan devlet yönetiminde uyguladı, Yazı insanın buluşu, kılık kıyafet insan üretimi. Bunların hangisi dini? Hiç biri.

 

 

Diğer bir husus saydıkları sözde islami değerler her müslümanın değer verdiği şeyler değil. Her müslüman şeriatı sevecek diye bir şart yok tam tersi çoğu müslüman sevmez. Her müslüman için halifelik bir değer değildir. Her müslüman için sarık cübbe bir şey ifade etmez. Üste para versen sarık cübbe giymeyecek milyonlarca müslüman var buna yobazlar da dahil. Çünkü bu kişisel bir tercihtir zevktir.  Her müslüman arap alfabesine değer verecek değil… Bu sebeplerden dolayı iddiaları toplumda genel kabul görmüyor. İnsanlar için bir şey ifade etmiyor.

 

 

Bir diğer nedense insanların Cumhuriyetle dönüşmüş olmasıdır. Adam laik bir ülkede doğmuş şeriatı görmemiş, sarık cübbe giyilen dönemde yaşamamış, arap alfabesi bilmemesi bir eksiklik değil… Eeee senin iddiaların bu insanlar için ne ifade edebilir? Kaldı ki Atatürk’ün yaşadığı dönemde bile  ”Atatürk din düşmanıydı” propagandası ‘şeriatı görmüş yaşamış insanların üzerinde bile etkili olmamışken şimdi etkili olması mümkün değildir. Tam tersine zıt etki yapar. Çünkü insanlar yaşadığı dönemin değerleriyle yaşarlar. Gördüğü şeyleri savunurlar.Yaşadığı, alıştığı sistemi 100 sene önceki sistemle değiştirmeye kalkarsnız sert tepkiyle karşılaşırsınız.

 

 

 

Yobazın hatalarından birisi de Atatürk’ü sadece müslümanların sevdiğini, onların da Atatürk’ü ”müslüman” olduğu için sevdiklerini düşünmesidir.  Birincisi bu ülkede Atatürk’ü seven sadece müslümanlar değil.Örneğin Ateistler var. Bir kere burada kafadan çuvalladın. Senin propagandana hiç itibar etmeyecek üstelik senin iddialarını kabul edecek Atatürkçü ateist bir kesim var.Her  zaman da olacak.  Bunun dışında solcular var, Türkçüler var. Bu görüşte olan insanların da Atatürk’ün inancıyla, din düşmanı olup olmamasıyla ilgileri yok. Buradan da çuvalladılar mı? Geriye ne kaldı?   Muhafazakar Atatürkçüler.

 

 

 

İşte yobazların hedef kitlesi bu kesimdir. Muhafazakar kesimden de sadece şeriatçı düşünceye yatkın insanlar üzerinde etki edebilirler ki bu insanlar hem karakter hem de kafa yapısı olarak Atatürkçülüğe pamuk ipliğiyle bağlıdırlar.  Şeriata yatkın kesim dışında kalan normal müslümanlar için de Atatürk’ün inancı değil yaptıkları önemlidir. ”Ateist olsa da onun sayesinde şu anda özgürce ibadet edebiliyorum” diye minnet duyar. Ayrıca  bu insanlar şeriat rejimine en az ateistler kadr muhaliftirler. Yobazın islami saydığı hiç bir şeyin gözünde zerre kadar değeri yoktur. Yobazlar en çok muhafazakar Atatürkçülere sinir olur. Ezberini bozan bu durum karşısında ”sen nasıl müslümansın?” der ve hiç bir zaman  o insanların ”nasıl müslüman?” olduğunu anlayamaz. Çünkü o insanlar samimi müslümanlardır. Vefa duygusu nedir bilirler. Kendilerine yapılan hizmeti unutmazlar. Aydın düşünceye sahiptirler. En önemlisi ATATÜRK’Ü ATATÜRK OLDUĞU İÇİN SEVERLER. Sizin padişahları evliyalaştırıp sevmeniz gibi sevmezler.

 

 

Ben yobazların 1000 yıl geçse de hatalarını anlayacaklarını sanmıyorum. Beyinleri felç geçiren insanların düşünebilme yetisini tekrar kazanması mümkün değildir. Aklını şeyhine satan insanlar sadece biat etmeye programlıdır. Onlar dün nerdeyse yarın da aynı yerde, şeyhlerinin dizinin dibinde oturacaklar. Bir robot gibi şeyhinin yalanlarıyla programlanacaklar. Haklısınız sizin için ”zulüm 1923’te başladı” ama bilmediğiniz bir şey var ”Fragman bitti film yeni başlıyor…”

 

TIBBIYELİ HİKMET

Uğur Mumcu Neden Öldürüldü?

UgurMumcu

Uğur Mumcu cinayeti sadece bir yazarın düşüncelerinden dolayı öldürülmesi değildir. Eğer bu açıdan bakarsak gerçeği göremeyiz. Gerçeği görmek için filmi biraz başa sarmak gerekiyor. 12 Eylül darbesine, darbe öncesine kadar gidelim. Darbe ortamını hazırlayan da darbeyi yapan da devlettir. Önce faili meçhul cinayetlerle halk kutuplaştırılmış birbirine kırdırılmış sonra da birbirini öldüren gençlere ”kulak çekme” operasyonu yapılmıştır. Devlet kendi ürettiği kaosu sözde kendisi çözmüştür

12 Eylül darbesi ABD nin ”yeşil kuşak projesinin” uygulamaya konulmasıdır. Peki ”yeşil kuşak projesi” nedir? 2. Dünya savaşı ABD nin Rusya’nın yönetimi altında ya da ona yakın müslüman ülkelerde islamcı radikal rejimleri iktidara getirip komunizme karşı kalkan oluşturma projesidir. Türkiye’de bu kalkan NATO’ya girmemizle beraber oluşturulmaya başlanmış önce ordu ele geçirilmiş sonra ABD güdümündeki bu ordu 27 Mayıs,12 Mart ve 12 Eylül darbelerini yapmıştır. 12 Eylül darbesi yapıldığında ABD nin o dönemki dış işleri Bakanı Henry Kissinger  şu yorumu yapmıştır: ‘‘Our boys have done it” Türkçesi ”Bizim çocuklar işi başardı”. ABD için Türk ordusu ”Bizim çocuklardı” ve bu cici çocuklar kendilerine verilen görevi yerine getirmişti.

12 Eylül darbesi  Menderes döneminde başlayan emperyalist filizlenmenin olgun bir meyvesidir. Tarikatçılığın ise bir açılış kapısıdır. Görünürdeki neden yine aynıydı. ”Atatürk devrimlerini ve onun kurduğu Cumhuriyeti korumak” Bu sadece bir kılıfıtı ve görülecekti ki bundan sonra yapılan icraatların ne Atatürk devrimlerini ne de onun kurduğu cumhuriyeti korumakla alakası yoktu.

Darbenin yaptığı ilk icraat düşünceyi yok etmek oldu. Sol ve sağ görüşlü binlerce genç tutuklandı ama özellikle solcu gençler işkencelere tabi tutuldu. Gelecekte solcu gençlere ihtiyaç yoktu. Onlar yok edilmeliydi. Sağcıların ise bir bölümü lazımdı. Bu gençler geleceğin vekilleri, bakanları hatta başbakanları olacaktı.   Tamamen güdümlü yetişen düşünemeyen,  emperyalist çıkarlarına hizmet eden bir gençlik yaratıldı. Bunun için de kitapları yok ettiler. Evlerinde siyasi kitaplar olan insanlar tutuklandı. Bu icraat sırasında da sol görüşlü yazarların kitaplarına öncelik verildi. Çünkü dediğim gibi onlara ihtiyaç yoktu. Gelecek onların değil badem bıyıklı abdestli şakirt gençliğindi.

Düşünce yok edildikten sonra sıra yeni bir lider bulmaya gelmişti. Bu liderde aranan en önemli özellik ”müslüman” olmasıydı. Ülkeye ”dindar” ve ”müslüman” bir başbakan lazımdı. Geleceğin gençliği abdestli şakirt olacaksa ülkeyi yönetenler de müslüman olmalıydı. Bunun için de nakşibendi tarikatına mensup eski MSP li Turgut Özal biçilmiş bir kaftandı. Darbe hükümetinin Başbakan yardımcısı ve Ekonomiden sorumlu Devlet bakanı bir adam bize demokrat olarak sunuldu. Anlayacağınız darbe sonrası demokrasiyi getiren adam bile darbecilerin adamıydı hatta ikincisiydi. Darbe 12 Eylül  ile bitmemiş Özal ile devam ediyordu.

Özal 12 Eylül’ün kendisine bıraktığını devam ettirdi. Tarikatçılığın önünü açtı onları destekledi. Okullara zorunlu din dersi eğitimi getirildi. Tarih eğitimi Türk-İslamcılık üzerine oturtuldu. Osmanlıcılık  yükseltilirken Cumhuriyet ve kazanımları aşağılandı. Kadir Mısıroğlu ve onun gibi ‘‘şeriatçı- Atatürk düşmanı” yazarlar ödüllendirildi. her yönden din ile kuşatıldık. Bizden şunu yapmamız isteniyordu. ”Sen sadece müslümansın. Türklüğü ve Atatürk’ü boşver Osmanlı ile övün dindar ol namazını kıl gerisini düşünme onu biz hallederiz”

Bizden istenen kısaca buydu ve istediklerinde amaca ulaşmak için her yolu denediler. Türk çocuğu Türklüğünü unutmalıydı. Türk çocuğu Atatürk’ü ve tam bağımsızlıkçılığı unutmalıydı. Türk çocuğu Sakarya zaferindeki ”kuvay-i milliye ruhunu’‘ unutmalıydı. Peki Türk çocuğu nasıl olmalıydı? Türk çocuğu müslüman olmalıydı, dindar olmalıydı, tam bağımsızlıkçı değil biatçı ve mürid olmalıydı, kuvayi milliye ruhunu unutup ümmetçi ruhu benimsemeliydi. Atatürk’ü unutup Osmanlı ile övünmeliydi. Osmanlıdan öncesini bilmemeliydi. Nereden geldiğini kim olduğunu unutmalıydı. Biz Malazgirt savaşıyla Anadolunun kapılarını açan ”müslüman” bir millettik. Öncesi yoktu. Çünkü zararlıydı. Eğer Türk çocuğu dünyanın en eski medeniyetine sahip bir millete mensup olduğunu bilirse nasıl köleleştirilebilirdi? Atalarının barbar olmadığını öğrenseydi nasıl beynine ”aşağılık duygusunu” yerleştirebileceklerdi? Türk sadece müslümandı ve öyle kalmalıydı

Uğur Mumcu cinayeti yeşil kuşak projesinin bu aşamasında gerçekleştirilmiştir. 12 Eylül’de kitapları yok edilen yazarların şimdi kendilerinin yok edilmesi gerekiyordu. Çünkü bu adamlar susmuyorlardı. Tam bağımsızlık diyorlardı, Atatürk diyorlardı, Türklük diyorlardı, şeriata karşıydılar. Bunlar dinsizdi mürtedti o halde öldürülmeleri farzdı. Çetin Emeç, Turan Dursun, Bahriye Üçok ve Uğur Mumcu. 4 yıl içinde peş peşe öldürüldüler. Bu insanların ölümüyle topluma gerçekleri söyleyen kimse kalmadı. 12 Eylül’de yedekte tutulan sağcı gençlik bu yazarların cesetleri üzerinde yürütülerek iktidara taşındı.

Tarihte gerçekleşen olayları neden-sonuç ilişkisine göre değerlendiremezsek doğru sonuçlara ulaşamayız. Uğur Mumcu sadece düşünceleri yüzünden öldürülen bir yazar değildir. Uğur Mumcu ile öldürülen bir yazar değil bir düşüncedir. Kemalizm ve tam bağımsızcılık öldürülmüştür. Şeriatçılık ve müridçilik hortlatılmıştır.  Başı dik onurlu duranların yerini şeyhlerin dizinin dibinde oturanlar almıştır. Şimdi ise şeyhlerin dizinin dibinde oturanlar milletin kendilerinin önünde diz çökmesini istiyorlar ama şunu bilmiyorlar: Türk milleti tarih boyunca kimsenin önünde diz çökmemiş, diz çöktürmüştür.

TIBBIYELİ HİKMET

Bir Şeriatçının ”Neden şeriat istiyorsun ?” sorusuna verdiği cevaplar

1378084_535359673209892_446374612_n

Yıllardır Atatürk düşmanları şeriatı savunur. Peki şeriatı savunan bu insanlar savundukları şeyi ne kadar biliyor? Ya da onların kafasındaki adalet ne? Bu konuda yıllardır bu insanlarla tartışmanın  verdiği tecrübeyle bir şeriatçıyla ”neden şeriatı istiyorsun” diye tartışsak ne cevap verebilirler diye düşündüm ve bir diyalog hazırladım. Bakalım bu cümleler size bir yerlerden tanıdık gelecek mi 🙂

— Neden şeriat istiyorsun?

— Şeriat isteriz. Hak yol şeriattır. Allahın kanunları dışında kanun mu olur? Şeriat olmadan adalet olmaz

— Dünyadaki şeriat ülkelerinin durumu ortada. Hangisinde adalet var.

— Onları şeriat ülkesi mi sanıyorsun? Dünyada şeriat yok ki

— Örneği olmayan bir düzenin adaletli olduğunu nasıl savunuyorsun? Bana bir örnek ver ki senin savunduğun sisteme güveneyim.

— Allahın adaletinden şüphen mi var pis kafir.

— Mahkemelerde Allah mı yargıçlık yapacak? Devlet başkanlığı makamına Allah mı oturacak? Senin Allahın adaletini sağlayacağına nasıl güveneyim?

–Şeyy ben müslümanım temiz adamım yani doğru yoldan şaşmam sana söz veriyorum Allahın yolundan şaşmayacağım

–Oldu canım sen böyle diyince benim içim çok rahatladı. Hem dünyada şeriat yok diyeceksin hem de olmayan bir sistemin adaletini savunacaksın

— Osmanlı da adalet yok muydu? Hey gidi Osmanlı be Geri dön heyy Osmanlı

— Şeriat adaletinde verdiğin örnek bile saltanat. Hem demokrasi hem şeriatın bir arada olduğu bir ülke yok mu?

— Şeriat hak yoludur adaletin temelidir

–Hani nerde? Örnek ver ?

–Onlar şeriat devleti değil kardeşim sen şeriatı bilmiyorsun

— Hangisi şeriat devleti o zaman?

–Şeriat gelsin bak göreceksin gerçek şeriatı.

–Senin diğer şeriat devletlerinden farkın ne ne getireceksin?

— Şeyy herkes inandığı gibi yaşayacak

–Şimdi de yaşıyor zaten mesela senin sisteminde de çok eşlilik olacak mı?

— Tabiki Allahın hakkı 4 eştir.

— Kadın erkek özgürce el ele gezebilecek mi?

— Asla olur mu öyle şey

— Allaha inanmayanlar özgürce konuşabilecek mi?

— Hayır Allaha inanmamakta ne demek cehennemde görecek hepsi

— Hırsızlık yapanın kolu kesilecek mi?

— Evet hem de kökünden

— Zina yapana sopa atılacak mı?

— Hem de nasıl!! Kafası gözü patlatılacak

— Kadın mirastan eşit hak alacak mı?

— Hayır kuranda neyse o yarısını alacak

— Eee senin diğer şeriat devletlerinden farkın ne? Onlarda da çok eşlilik var hırsızın kolu kesiliyor kadınla erkek yan yana gezemiyor zina yapana sopa atılıyor. Allaha inanmıyorum demek yasak. Senin farkın nerde kaldı?

— Ben Osmanlı torunuyum

–Efendim anlamadım.

–Anlamazsın sen pis kafir Allah maide 44te ne demiş Allahın hükümleriyle hükmetmeyenler kafirdir sen de kafirsin tagutu savunuyorsun defol git pis kemalist Allahuuuuuu ekber

— ????????????

TIBBIYELİ HİKMET

Yobaz Kullanım Kılavuzu

Başlıık biraz ilginç gelmiş olabilir. Özellikle bu başlığı seçtim çünkü yobazlar da tıpkı bir bulaşık makinası, çamaşır makinası, cep telefonu, televizyon gibidir. Belli bir kullanma kılavuzları vardır. Eğer bu kılavuzu bilmezseniz yobazı anlayamazsınız. Yobaz programlanmış bir makinaya benzer. Hangi durumda ne cevap verecekleri önceden bellidir ve çoğu zaman noktasına virgülüne kadar değişmeden cevap verirler. Şimdi bir yobazın kullanma kılavuzunu paylaşmak istiyorum….

* Bir yobazın en önemli özelliği sürekli soru sormaktır. Hiçbir konuda cevap vermezler daima size soru sorarlar. Bu bir taktiktir. Amaç soru yağmuruna tutup hem sizin soru sormanızı engellemek bu sayede de kendi cahilliğinin ortaya çıkmasına mani olmak hem de cevap veremediğiniz bir soru çıkarsa ”noldu cevap veremedin” diyerek sizi susturduğu imajını vermektir. Bu yüzden yapılacak şey yobazın soru yağmuruna engel olup karşı soru sormak ve cevap vermediği sürece soruda ısrar etmektir.

* Bir konuda önüne belge koyduğunuzda belgeye bakmadan reddederler ve size şu cevabı verirler. ”Bunlara mı inanacağız geç bunları” Tamamen koyduğunuz belgeyi itibarsızlaştırmaya yönelik bir taktiktir. Bu taktiğin amacı ise belgeyi baştan reddederek sizin vereceğiniz cevapları boşa çıkarmaktır.  Bu tartışmayı başlamadan kapatma çabasıdır. Belgeyi görür görmez yok saymak bir yobazın en tipik özelliklerinden biridir

*Bugüne kadar karşılaştığım en saçma cevaplardan biri deResmi tarihin yalanlarına karnım tok ben bunları ilkokuldayken biliyordum”cevabıdır. Bu cevaba bakarsak ilkokul kitaplarında Vahdettin’in gizli belgelerinin, İngiliz istihbarat raporlarının okutulduğunu zannedersiniz. Bir ilkokul çocuğunun bunları bildikten sonra bu kadar cahil olması karşısında ”o vahim kazayı ne zaman geçirdin” diye sormak gerekir. Bu saçma cevabın nedeni de sizi ilkokul bilgisiyle konuşan bir cahil olarak göstermek ve yine koyduğunuz belgeyi itibarsızlaştırmaktır. Yani size ”sen daha bunları yeni mi duydun uyan da balığa gidelim” diyerek aklınca dalga geçiyorlar

*Yobazlar Cumhuriyet kurulduğundan beri 90 yıl geçmesine rağmen hala sağlam bir tarihçi çıkaramamışlardır. Çıkardıkları en iyi tarihçi ”üstad” dedikleri Kadir Mısıroğludur. En iyi derken yanlış anlamayın bilgi açısından iyi demiyorum. En eski ve tanınmış yobaz olduğu için en iyi dedim. Yoksa Kadir Mısıroğlunun bilgi düzeyi her hangi bir liselinin tarih bilgisinden bile düşüktür. Bir yobazın can simididir sıkıştıkları noktada verecekleri cevap şudur: Beynin yıkanmış senin biraz üstad Kadir Mısıroğlu dinle ( oku demiyor dinle diyor çünkü onu bile okumuyorlar )  Bu da sinsi bir taktiktir. Sizin bu fesli delinin videosuna itibar etmeyeceğinizi bildiği için konuyu ”resmi tarih yalan söylüyor” sloganına kaydırmaktır.  Kadir Mısıroğlu’nun çok bilgili bir tarihçi olduğunu hatta kimsenin onun karşısına çıkamadığını söylerler. Bu da tartışmadan kaçmanın farklı bir yoludur

* En saçma taktiklerinden birisi de tıkandıkları noktadaSana cevap verirdim de anlatsam da anlamazsın boşver” diyerek sözde sizi yobaz kendilerini aydın gösterme taktikleridir. Yani size ”beyni yıkanmış ne anlatılsa anlamayacak bir yobazsın” demek istiyorlar. Aslında bizim onlara bu cevabı vermemiz gerekmiyor mu? Bugüne kadar üç kitap okumadan ansiklopedi yazacak kadar konuşmak için  ancak bir yobaz olmak lazım. Bu yetenek yobazdan başka kimse de yoktur

* Hayatı boyunca kuranı bir kez dahi okumayan, fatihanın anlamını bile bilmeyen bu cahil takımı sıkıştıklarında kuranı bile kullanmaktan geri durmazlar. (Maide-44 ü kopyalarlar) Bunu oku gerisi boş diye cevap verirler. Bu taktiğin nedeni de kendi koyduğu belgenin kutsal kitaba dayandığı için diğer tüm belgelerden üstün olduğunu ve ne dersen de kurandan daha üstün bir belge koyamazsın diyerek aklınca tartışmaya set çekme çabasıdır. En çok uyguladıkları taktiklerden biridir

*Yobazların en çok sevdiği videolardan birisi de ”son meclis konuşmasıdır” Allahtan Can Dündar bir belgesel yaptı şimdi hepsi Can Dündarcı oldu. Her yerde bu videoyu görmek mümkün.  Size cevap veremedikleri zaman (Gökten indiği sanılan videosunu koyarlar) Bak atan ne diyor hadi bunu da açıkla diyerek her zaman olduğu gibi sizden açıklama beklerler. Klasik bir konuyu karambole getirme çabasıdır. Cevap vermezseniz ”hadi cevap versene noldu? Bak atan ne diyor?” diye üzerinize gelirler. Amaç hiçbir cevap vermeden sadece soruyla sizi çaresiz bıraktığını göstermektir. Diğer silahları da ”medeni bilgiler’‘ ile ”Tarih II Orta zamanlar” kitaplarıdır. Bu kitapları da okumadıkları için saçmalamaktan öteye geçemezler

* Yobaz komplodan beslenir. Komplo yobazın havası suyu ekmeğidir. Bu yüzden çoğu zaman komplo ile cevap verirler. En çok kullandıkları komplolardan biri  ”Kurtuluş savaşında savaştığımız devletlerin hukukunu aldık yalan mı? Bırak belgeyi mantıklı düşün”saçmalığıdır. Burada cümlenin sonuna iyi bakın. ”Bırak belgeyi mantıklı düşün” Yine belgeden kaçma yine karşısındaki aptal beyni yıkanmış yaratık gösterme çabası.  Yobaz belgeden korkar. Ona uydurma hikayeler, komplo teorileri lazım. Komployla her şeyi çözebileceklerine inanırlar Belgeyle konuşana ise ”resmi tarih ezbercisi” gözüyle bakarlar. Oysa tarihin en önemli unsuru belgedir. Belgesiz tarih dedikodudur uydurmadır 

*Yobazın çaresizlikten kıvrandığı, perişan olduğu cevaba geçelim.  Bu cevabı ne zaman duysam gülme krizine giriyorum.  Söyleyebileceği her şeyi söyledikten sonra geriye tek bir soru kalır. O soru da Bir şey soracağım sen müslüman mısın? sorusudur.  ”Artık kaçacak yerim kalmadı” cümlesinin soru halidir. Eğer bu soruya ”neden sordun? ” diye cevap verirseniz alacağınız karşılık  Müslüman değilsen tartışmaya gerek yok cümlesidir. Bu aslında inşallah ateisttir de şu tartışma biter duasıdır. Sanane benim inancımdan derseniz ”noldu niye inancını gizliyorsun” derler. Sanki köşeye sıkıştırmış gibi… Bu bir yobazın sorabileceği son sorudur. Eğer ateistim derseniz tartışma biter. Müslümanım derseniz ”Sen nasıl müslümansın bu kafire inanıyorsun” diyerek ardından bir sürü hadis paylaşarak doğru yola girme nasihatları vererek tartışmayı bitirirler

Yobazların anlamadıkları ve hiç bir zaman anlamayacakları gerçek şudur: Bu ülkede Atatürk’ü seven milyonlarca ateist ve milyonlarca müslüman vardır. İkisi için de Atatürk’ün inancı önemli değildir. Ateist için Atatürk’te ateisttir zaten. Müslüman için ise Atatürk’ün dini değil vatana hizmetleri önemlidir. Size tavsiyem   Atatürk’ü ateist gösterirsek millet Atatürk’ten soğur beklentisinden vazgeçin. Eğer doğru bir yolda olsaydınız 90 yılda bunu başarırdınız. Eğer ölümünden 75  yıl sonra bile 10 Kasım’da Anıtkabir’e 1 milyon kişi gidiyorsa bu sevginin altında yatan nedeni düşünmek lazım. Sizce 1 milyon kişi ”Atatürk müslümandı” diye mi Anıtkabir’e koştu?

TIBBIYELİ HİKMET

”Atatürk’ün Cenaze Namazı Kılınmadı” Yalanı

1598414_495695140547201_303978899_n

Atatürk konusunda nefretten gözü kör olanlar ölüsüyle bile uğraşmaktan geri durmuyorlar.  Her gün yeni bir yalan her gün yeni bir uydurma… Tarihi açıdan hiçbir ilmi değeri olmayan konuları ısıtıp ısıtıp millete sunuyorlar. Ne oldukları belli olmayan, tarih bilimine zerre kadar katkısı olmayan bu adamların amacı tarihe ve topluma hizmet etmek değil belli güçlerin propagandasını yapmaktır

Son zamanlarda sürekli Atatürk’ün cenaze namazı üzerinde çok dedikodu yapıldığını görüyorum. Bazı sivri zekalılar ‘’Atatürk’ün cenaze namazı kılınmadı’’ bazıları ise ‘’ öylesine bir şeyler kılındı işte’’ iddiasını ortaya atmaktadır. Akıllarınca ‘’Atatürk’ün cenaze namazı kılınmadı çünkü din düşmanıydı’’  propagandası yapacaklar. Tarihten haberi olmayan bu insanlar dinden de bir şey bilmiyor. Çünkü bir insanın cenaze namazının sorumluluğu vefat eden kişiye değil onun yakınlarına aittir. Yani cenaze namazı ile vefat eden kişi arasında bir yükümlülük yoktur.  Anlamanız için bir örnekle açıklayım. Anneniz ya da babanız ateist olsa  ‘’babam ateistti’’ diyip cenaze namazını kılmadan mı defnedersiniz? Bunu yaparsanız suç kime aittir? İnsanlar sizi mi ayıplar yoksa anneniz ya da babanızı mı?

 

Konunun dini boyutu anlaşıldığına göre Atatürk’ün ölümü sonrasından cenaze namazına kadar geçen süreyi  kronolojik olarak takip edelim. Eğer öldüğü günden cenaze namazına kadar geçen sürede yaşananları bilmezsek  cenaze namazının neden ölümünden 9 gün sonra kılındığını, neden camide kılındığını anlayamayız. Şimdi kronolojik olarak yaşananları takip edelim

11 KASIM 1938

11 Kasım 1938’de cenaze töreninden önce Atatürk’ün naaşı, tahnit  edildi. Doktorlar, Atatürk’ün “tedfin” (gömme) töreni yapılıncaya kadar naaşının muhafaza edilebilmesi için tahnit yapılmasına karar verdiler. Tahniti, Gülhane Tıp Akademisi Patoloji kürsüsünden Prof. Dr. Lütfi Aksu yaptı. Doktorlar, tahnit işlemi için bir rapor düzenlediler.

Tahnit, işleminde cesedin iç organları çıkarılmadı, vücut bütünlüğü bozulmadı. Cesede hiç dokunulmadan, damarlara formal solusyonu, asit fenik maddeleri enjekte edilerek tahnit yapıldı

12 KASIM 1938

12 Kasım 1938 günü öğleden önce, Başbakan Bayar başkanlığında yeni hükümet üyeleri, Pembe Köşk’e giderek Cumhurbaşkanı İnönü’ye kendilerine karşı gösterdiği güvenden ötürü teşekkür ettiler. Aynı gün saat 16.00’da hükümet, Başbakanlık binasında Cumhurbaşkanı İnönü başkanlığında ilk toplantısını yaptı. Hükümetin ilk toplantısında cenaze töreni ile ilgili hazırlıklar, alınacak önlemler değerlendirildi. Ankara’da düzenlenecek cenaze töreninin 21 Kasım 1938 günü yapılması kararlaştırıldı

hdh

Cumhuriyet 12 Kasım 1938

13 KASIM 1938

13 Kasım 1938 günü cenaze töreni ile ilgili ilk genelgeler askeri ve sivil bürokrasiye gönderildi. İçişleri Bakanlığı gönderdiği genelgede “tedfin” (gömme) töreninin 21 Kasım 1938 günü Ankara’da yapılacağını, tören ile ilgili ayrıntıların daha sonra iletileceğini, vilayetlerin yapacağı hazırlıkları bildirdi

ACBBEE25-EBB1-4768-AA9B-89B69EAA981A_3281042_1_thumbnail

Cumhuriyet 13 Kasım 1938

14 KASIM 1938

14 Kasım 1938’de Hükümet, Atatürk’ün Cenaze Töreni için yapılacak sarfiyat hakkında kanun tasarısını Türkiye Büyük Millet Meclisine sundu. Kanun tasarısında hükümet, Atatürk’ün naaşının Ankara’ya nakli, Ankara’daki cenaze töreni, buraya gelecek olan askeri kıtaların nakli ve iskân masraflarının yanında, tören için ülkeye gelecek yabancı konukların misafir edilmeleri için yapılacak masraflar için Ziraat Bankası’ndan 500 bin liralık kredi açılmasını istiyordu. Atatürk’ün cenaze programı için yapılacak harcamalara ilişkin kanun mecliste kabul edildi.

gsw

Cumhuriyet 14 Kasım 1938

15  KASIM 1938

15 Kasım 1938 günü Cumhuriyet Halk Partisi Genel Sekreterliği parti teşkilatlarına bir genelge yayınladı. On beş maddeden oluşan genelgede, heykel ve büstlerin ne şekilde süsleneceğinden, söylenecek nutuklara, marşlara ve hatta çiçeklere kadar törende yapılması gereken hususlar sıralandı

ggw

Cumhuriyet 15 Kasım 1938

16 KASIM 1938

16 Kasım 1938 gününden itibaren Dolmabahçe Sarayı Merasim Salonunda Atatürk’ün katafalkının belirlenen protokol sıralamasına göre üç gün boyunca ziyarete açıldı Yüksek rütbeli altı subay, 16 Kasım sabahından 19 Kasım sabahına kadar nöbet bekledi

gswgsgs

Cumhuriyet 16 Kasım 1938

17 KASIM 1938

17 Kasım 1938 günü saat 20.00’den sonra yüz binden fazla insanın akın etmesi ile meydana gelen izdiham sonucu Dolmabahçe Sarayında çoğunluğu kadın 11 kişi ezilerek öldü. 40’dan fazla yaralı vardı. Gazeteler, olayla ilgili olarak yalnızca hükümetin gönderdiği resmi  tebliği yayınladılar

gsgs

Cumhuriyet Gazetesi, 17 Kasım 1938

Bu tebliğin dışında olayla ilgili başka bir haber ya da yorum yayınlayamadılar.   Ölenlerin isimleri şöyledir:

1) “Deniz Yolları İşletmesi Müdürü Raufi Manyas’ın kızı Bilun (16 yaşında)

2)İstiklal Caddesi 236 numarada oturan Anna (58 yaşında)

3)İstiklal Caddesi’nde Yıldırım Apartmanında oturan Bayan Roya Koşnir,

4)Roya Koşnir’in kızı Bela Koşnir,

5)Bakırköy’den Aşçı Hatice (55 yaşında)

6) Kurtuluş ’tan Sütçü Diyamendi (40 yaşında),

7) Topkapı Arpaemini Yokuşu Sokağında oturan Abdülhamit (50 yaşında)

8)Aksaray’da Laleli Caddesinde oturan Bayan Kevser Mehmet (35 yaşında)

9)Tarlabaşı 19 Numara’da oturan Satenik Ohannes (35 yaşında)

10) Saint Benoit Lisesi Öğrencisi Paul Kuto (15 yaşında)

11)Beyoğlu Lüksemburg Otelinde kalan Belçikalı Leon

hdhdhd

17 Kasım 1938 Akşam Gazetesi

18 KASIM 1938

Dolmabahçe Sarayında meydana gelen izdihama rağmen 18 Kasım 1938 günü de katafalk ziyaretine devam edildi. Ulus Gazetesine göre, gece yarısından sonra saraya giremeyen halk evine dönmedi, 10.000 kişi geceyi sokakta geçirdi. Katafalkın önünden İstanbulluların geçişi tüm gün sürdü ve 18 Kasım 1938 günü saat 24.00’de üç gün süren ziyaret sona erdirildi.

ata_gazeteler_2_04

18 Kasım 1938 Ulus Gazetesi

bsbs

Cumhuriyet 18 Kasım 1938

Atatürk’ün ölümünden cenaze namazının  kılındığı 19 Kasım 1938’e kadar geçen süre kısaca böyledir. 11 Kasım da tahnit edilmiş, 12-15 Kasım arasında cenaze töreniyle ilgili görüşmeler yapılıp kararlar alınmış, 16 Kasım’da halkın ziyaretine açılmış, 17 Kasım da 11 kişi izdihamdan hayatını kaybetmiş, 18 Kasımda  cenaze halkın ziyaretine kapatılmıştır.  Bu sürece bakınca her şeyin önceden kararlaştırıldığını görüyoruz. Cenaze töreninin ne zaman yapılacağından, Ankara’ya ne zaman nakil yapılacağına kadar  her şey bellidir. Atatürk’ün naaşı neden beklemiş diyenlere sanırım bu cevap olmuştur. Atatürk gibi büyük liderlerin cenazeleri bir günde olmaz. Bunu diyenlere Fatih’in cesedinin 19 gün bekletildiğini hatırlatırım. Hem de oğullarının taht kavgası yüzünden unutulduğu için 19 gün beklemiştir. Sonunda ceset kokunca  hatırlanmış ve toprağa verilmiştir.

Atatürk’ün cenaze namazının camide mi yoksa sarayda mı kılınacağı konusu tartışılmıştır. Hükümet cenaze namazının amacından saptırabileceği endişesiyle namazın camide kılınmasına pek sıcak bakmamıştır. Bunun  üzerine bir de  11 kişinin izdihamdan hayatını kaybetmesi sonucunda hükümet cenaze namazının Dolmabahçe sarayında kılınmasına karar vermiştir Cenaze namazı tartışmasını, cenaze töreninin güvenliğinden sorumlu olan Orgeneral Fahrettin Altay, şöyle anlatmaktadır:

“Programa göre cenaze İstanbul’dan alınacak, Ankara’ya gönderilecekti. Ankara’ya sordum: ‘Cenaze namazı İstanbul’da mı yoksa Ankara ‘da mı kılınacak?’ Akşama kadar bir cevap alamadığım için akşam  tekrar sordurdum. ‘Yarın sabah Başbakan Celal Bey, oraya gelecek. Görüşürsünüz’ cevabını aldığım vakit hayret ettim. Acaba bunda görüşecek ne vardı? Ertesi sabah Bayar, geldi. Dolmabahçe Sarayında görüştük. Cenaze namazı konusunda düşünceleri, istanbul’da veya Ankara’da cenaze namazı esnasında bazı dini olaylar meydana gelmesinden laik hükümet çekiniyordu. Kendilerine ben: ‘Bir şey olacağını sanmam. Bu gelenek olmuş bir dini vecibedir., namaz kılınmazsa bu millet elli sene sonra, yüz sene sonra mezardan çıkarır, namazını kılar. Onun için namaz kılınmayacaksa, beni vazifemden affetmenizi rica ederim’ dedim” (Fahrettin Altay, On Yıl Savaş ve Sonrası, İnsel Yayınevi, İstanbul, 1970, s.501-502)

Orgeneral Fahrettin Altay ile cenaze namazı konusundaki görüşmeyi Celal Bayar ise şöyle anlatmaktadır:

 “Benim babadan kalma hocalığım da var ya… Cenaze namazının camide kılınmaması halinde istifa edeceğini söyleyen Altay’a, bunun farz değil farz-ı kifaye olduğunu anlattım. Cenaze kaldırılmadan önce namazın kılınmasının şeriata aykırı olmadığını, yani dini hükümlere aykırılık bulunmadığını izah ettim. Böylece Dolmabahçe Sarayında Vakıflar Müdürü tarafından Atatürk’ün cenaze namazı kıldırıldı.” (Mehmet Barlas, “Celal Bayar’ın Anıları,” Günaydın Gazetesi, 9 Nisan 1976, s.7)

 

 Gazeteci Asım Us da, cenaze namazı konusunda yaşanan tartışmayı günlüğüne şu şekilde not etmiştir:

“Atatürk din hususunda (laik) idi, yani devlet işleri ile din ve vicdan işlerini tamamıyla birbirinden ayırmıştı. Atatürk (laik) olduğu için cenaze namazını da, resmi merasim dışında olarak kendi ailesi kıldıracaktır. Hükümet’in bu husus ile alakası bulunmayacaktır.”

19 Kasım 1938 günü saat 08.10’da, salonun ortasındaki büyük avizenin altına konmuş iki masa üzerine tabut yerleştirildi; ve cenaze namazına başlandı.  İmamlık görevini Şerafettin Yaltkaya, müezzinlikleri de Hafız Yaşar ve Hafız İsmail yaptılar.  Tekbir, Türkçe verildi

Cenaze namazını Enver Behnan Şapolyo  şu şekilde anlatmaktadır:

”…Cenazeye Fahrettin Paşa kumanda ediyordu, içeride merasim başlarken, kardeşinin arzusu üzerine, büyük ölünün içeride cenaze namazı kılındı . Hafızlar tarafından Türkçe tekbir getirildi. Muayeed salonu bu güzel sesli hafızların tekbirleriyle inliyor, sarayın bütün ıssız odalarını dolduruyordu. Cenaze namazını İslam Tetkikleri Enstitüsü Profesörü Şerafettin Yaltkaya kıldırdı. Bu zaman etraftan toplar atılmaya başlandı. Sokaklar insan almıyordu. Bütün apartman pencereleri başla doluydu. Aynı zamanda bir Türk hava filosu da sarayın üstünden uçuyordu. 8.18’de tabut merdivenlerden ağır ağır iniyordu. On iki general, abanozdan yapılmış olan tabutu 8.21’de top arabasına koydular. Bu top arabasına üç çift siyah kadana koşulmuştu. Fahrettin Altay, atlas bayrağı tabutun üstüne serdi…” (Enver Behnan Şapolyo ,Atatürk’ün Hayatı, s. 381)

Tarihçi yazar Cemal Kutay ise Atatürk’ün cenaze namazı hakkında şu bilgileri vermektedir:

”Hemşiresi Makbule Atadan Hanımefendi cenaze namazının nerede kılınacağını genel sekreteri Hasan Rıza’dan sormuştu. Cenazenin bir camiye götürülmesinin dinen şart olup olmadığını, devrin büyük din alimlerinden, İlahiyat Fakültesi İslam Dini Felsefesi Ordinaryüs Profesörü Mehmet Şerafettin Yaltkaya’dan sorulmuş, böyle bir şer-i zorunluluk olmadığı fakat bir kerede Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Rıfat Börekçiden sorulmasını istemişti. Rıfat Hoca, Yaltkaya’nın kanaatini tasvip ederken: ”O’nun cenaze namazı tertemiz hale getirdiği bütün vatanda bu farızanın yerine getirilebileceği her yerde kılınabilir.” demişti. Cenaze namazı resmi tören başlamadan saat 8’i 10 geçe, salonun ortasındaki büyük avizenin altına konmuş iki masa üzerine tabutun yerleştirilmesinden sonra kılındı. İmamlığı, Rıfat Börekçinin 1942’de ölümünden sonra Diyanet İşleri Başkanlığına getirilecek olan ve bu hizmeti ölümüne kadar ifa edecek olan Ord. Prof. Mehmet Şerafettin Yaltkaya Hoca yaptı…” (Cemal Kutay, Atatürk’ün Son Günleri, s.190)

Uzun yıllar Atatürk’ün özel hafızlığını ve cenaze namazının müezzinliğini yapan Hafız Yaşar Okur anılarında cenaze namazını şu şekilde anlatmaktadır:

‘’Dolmabahçe Sarayı’nda cümle kapısının önüne geldiğimde top arabasının durmakta olduğunu gördüm. İçeriye girerek yâver beylerin odasına gittim. Saat dokuza çeyrek kala sarayın büyük kapısı açıldı. Kumandan paşalar, vekiller, mebuslar kafile kafile gelmekte iken bu sırada Diyanet Reisi Şerefeddin Yaltkaya, otomobilin içinden, başında sarığı olduğu halde çıktı. Hemen karşıladım. Muhafız bölüğü kumandanı beyin odasına aldım. Alt salonda bir faaliyet başladı. Ata’mın cenaze namazının nasıl kılınacağını bir kâğıdın üzerine yazmış, bana verdi. Biraz sonra Diyanet Reisi Şerefeddin Yaltkaya ile harem salonunun kapısına gittiğimiz zaman, orta yerde, mermer masanın üzerinde ipekli şanlı sancağımıza sarılmış aziz Ata’mızın sandukasını gördüm. Baş ve ayak ucunda kumandan paşalar büyük resmi üniformalarıyla ihtiram mevkiinde kemâl-i tazimle görülmedeydi. Biraz sonra namaza başlamak üzere kalabalık bir cemaatle Saray’ın salonunda Diyanet Reisi Şerefeddin Yaltkaya, Ata’nın sandukasının başına geçti ve ben de arkasında durmakta idim. Şerefeddin Yaltkaya’nın işareti üzerine, yükses sesle namaza başlamak üzere iken Allah için namaza / Meyyit için duaya / Uyun imama ey hâzirun diye seslendim. Diyanet Reisi yüksek sesle Tanrı uludur diye namaza başladı ve ben de tekbirleri alarak yaşlı gözlerimle sevgili Ata’ma son vazifemi yerine getirdim. Namazdan sonra kumandan paşalar büyük bir saygıyla Ata’nın sandukasını elleri ve başları üzerine alıp top arabasının üzerine koydular.’’(Riyaset-i Cumhur İncesaz Heyeti Şefi Binbaşı Hafız Yaşar Okur’un Anıları, sah:124)

Atatürk’ün cenazesi sadece yurt içinde değil yurt dışında da büyük yankı bulmuştur. . İngiltere’nin Ankara Büyükelçisi Sir Percy Loraine İngiliz Dışişleri Bakanlığına gönderdiği raporda, Atatürk’ün cenaze töreni hakkında şunları yazmıştır:

“Türkiye ‘de Batı anlamında devlet cenaze töreni geleneği yoktur; fakat Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu için oldukça parlak bir tören yapılmayacağı akıldan geçmezdi. Bilakis Türk Hükümeti, bu günü en ciddi ve en parlak bir gün haline getirmek için elden gelen gayreti esirgemedi. Batı’da uygulanan usul, dini kısımları adapte edilerek veya değiştirilerek büyük ölçüde tatbik edildi. En titiz arajmanlar, pek ala bir şekilde yerine getirildi ve törenler münasip ve layık bir şekilde yapıldı.”( Salahi Sonyel, “İngiliz Belgelerinin Işığı Altında Atatürk’ün Son Günleri,” Belleten Cilt XXV)

 

Bugün hala utanmadan sıkılmadan ‘’Atatürk’ün cenaze namazı kılınmadı’’  ya da ‘’ öylesine bir şeyler kılındı işte’’  diyenler hem tarih hem de İslam karşısında suçludur. Atatürk ateist olsaydı bile cenaze namazının kendisiyle alakası yoktur. Yazının başında da dediğim gibi cenaze namazından vefat eden kişi değil yakınları sorumludur.  Buradan yola çıkıp Atatürk’e din düşmanı demek çok saçma bir iddiadır.  Bu kadar açık gerçekleri bile yok saymaya çalışmak bilgi çağında yaşadığımız şu dönemde hem saçmadır hem de boş bir çabadır

TIBBIYELİ HİKMET

Gayri Resmi Tarihin komik yalanı: ”İnönü savaşı uydurma, İsmet Paşa Zafersiz Kahraman”

Cumhuriyet tarihi yalancılarının ve Atatürk  düşmanlarının  geçmişten günümüze, özellikle de son dönemde uyguladığı bir  taktik var.  Cumhuriyet tarihi ve devrimlerle ilgili herhangi bir konuda Atatürk’ün ismini anmadan İnönü üzerinden tarihi Atatürk’e saldırma politikası… Maalesef bu politika bazı Kemalistler üzerinde de etki etmiştir. Bunun da nedeni bilmemek ve araştırmamaktır. Örneğin bazı Kemalistlerden şunu duyuyorum. ‘’İnönü paraların üzerinden Atatürk’ün resmini kaldırdı, onu kıskandı, aslında her zaman ikili oynadı…vs’’

Bu iddiaların her biri ayrı bir araştırma konusudur.  Hepsine birden tek yazıda cevap vermek mümkün değildir. Bu yazımda son yıllarda sıkça tekrarlanan bir yalana değinmek istiyorum.   Cumhuriyet tarihi yalancıları Atatürk’ü ve kurtuluş savaşını yok saymak için İnönü savaşı üzerinde çok duruyor.  Gayri resmi tarihe göre İnönü savaşı hiç olmamış, sonradan uydurulmuş hatta bazılarına göre İsmet İnönü ‘’zafersiz kahramanmış’’. Kimi kastettiğimi tarihle ilgilenenler anlamıştır.  Bu ucuz tarih yalanlarına da kanıt olarak İstiklal mahkemesinde idam edilen Miralay Mehmet Arif Bey’in hatıralarıdır. İddiaya göre Arif Bey’in anılarında İnönü’nün ismi  1 kez geçiyormuş. Eeee?  Eeesi İsmet İnönü, İnönü savaşında yokmuş. Hani İnönü savaşı uydurmaydı? İlk önce İnönü savaşını yok saydılar baktılar ki tutmadı sonra İsmet İnönü’yü yok saydılar. İlla İnönülerden birini yok sayacaklar. Adamlar İnönüfobik… 🙂

Gayri  resmi tarihin yok saydığı İnönü savaşının öncesi, savaş dönemi ve sonrasıyla ilgili tüm bilgilere geçelim. Görelim bakalım İnönü savaşı var mıymış yok muymuş? İsmet Paşa zafersiz bir kahraman mıymış yoksa gerçek bir kahraman mı?

Birinci İnönü Muharebesi öncesinde, Batı Cephesi Komutanlığı Albay İsmet Bey’in komutasında; karargâhı  Küplü’de bulunan Yenişehir, İnegöl ve Bilecik havalisinden sorumlu olan 24’üncü Tümen, merkezi Yunuslar’da bulunan 1 1 inci Tümen ve merkezi Gediz’de bulunan 61 inci Tümen bulunmaktadır. Ayrıca 1 ‘inci Süvari Tugayı da Gediz’de tertiplenmiştir. Batı Cephesi Komutanlığının muharebenin başlangıcında mevcudu 417 subay, 8.500 er, 6.000 çeşitli tüfek, 18 hafif ve 47 ağır makineli tüfek, 28 top’dan ibarettir . Batı cephesinin diğer kolu olan Güney Cephesi’nde ise Albay Refet Bey’in komutası altında, merkezi Afyon olan 12’nci Kolordu, Çukurcivan’da 23’üncü Tümen, Sarayköy’de 57’nci Tümen, Dumlupınar’ın batısında 8’inci Tümen, Pozantı’da 41’inci Tümen, Altıntaş’da da 2’nci Süvari Tümen’i konuşlanmıştır.

Muharebe öncesinde Yunan Ordusu; Korgeneral Papulas’ın komutası altında bulunuyordu. Bu ordunun merkezi İzmir’di. Karargâhı Uşak’ta olan 1 ‘inci Kolordu, Bursa’da bulunan 3’üncü Kolordu, İzmit ve Sapanca bölgesinde bulunan Manisa Tümen’i, Orhangazi ve Gemlik bölgesinde bulunan İzmir Tümen’i, Kestel bölgesinde bulunan Akdeniz Tümen’i bu orduya bağlı bulunuyordu. Yunan Ordusu’nun mevcudu, 427 subay, 15.816 er, 12.500 tüfek, 270 makineli tüfek,120 ağır makineli tüfek ve 72 top’dan oluşmaktadır

İnönü savaşı Çerkez Ethem ile İsmet paşa arasındaki mücadele sırasında 6 Ocak 1921 yılında Yunan kuvvetlerinin saldırılarıyla başlamıştır. Muharebenin başlangıcına ait olan ve 24’üncü Tümen Komutanı Atıf Beyin 6 Ocak 1921 tarihinde Batı Cephesi Komutanlığına ve Ankara’da Genelkurmay Başkanlığına yazdığı harp raporunda Yunanlıların 6 Ocak 1921 günü Yenişehir ve İnegöl bölgesine dört koldan taarruza başlayarak doğuya doğru ilerledikleri ve Umran çiftliği civarında durduruldukları belirtilmiştir.

Görsel

Görsel

Atıf Beyin 6 Ocak 1921 tarihinde Batı Cephesi Komutanlığına ve Ankara’da Genelkurmay Başkanlığına yazdığı harp raporu

Ayrıca Yunan ordusu İnegöl civarında bir piyade ve süvari alayı ile ilerlemiş ancak Türk topçularının karşılık vermesi üzerine daha ileri gidememiş, Kurşunlu’nun doğusuna geçememiştir. Türk birliklerinden 32’nci Alay ise Pelitözü’nden Osmaniye’ye doğru yola çıkarılmış ayrıca Mekece’deki 2’nci Alay da bu bölgeye hareket ederek birlikler güçlendirilmiştir

Batı cephesi komutanı albay İsmet Paşa 7 Ocak 1921’de  Genelkurmaya ve güney cephesi komutanlığına yolladığı emirde 8 Ocak 1921 de Kütahya’da olacağını Köprühisar bölgesine taarruz eden düşmanın, birliklerimizin üstün kahramanlığı karşısında geri püskürtüldüğünü, Nazifpaşa mevzisini savunan 126’ncı Alay’ın ise Pazarcık’a doğru çekilmeye mecbur olduğunu belirtmiştir. Bu durum karşısında İnegöl Müfrezesine Pazarcık’ın 1 km batısındaki mevziyi savunma emrini vermiştir

24’üncü Tümen İncirli mevzisinde bir miktar artçı bıraktıktan sonra bir kısım piyade ve topçusu ile Gökpınar-Köprüler hattını ele geçirecektir. Düşmanın Nazifpaşa veya Pazarcıktan Yenişehir Müfrezesinin gerisine yapacağı muhtemel bir taarruza karşı Bilecik civarında bir ihtiyat bulunduracaktır.

4’üncü Tümen, Akpınar civarında mevziye sokulmalıdır. Obüsler 4’üncü Tümen emrine verilmiştir.

11 ‘inci Tümen 8 Ocak 1921 tarihinde Alayunt etrafında toplanacak ve demiryoluyla Eskişehir istikametine nakledilecektir.

61’inci Tümen ve Süvari Tugayı 7/8 Ocak 1921 gecesi Gediz Havalisini bırakarak Susuzkaya köyünün Viran, Yalnızsaray, Karadiken bölgesine çekilecek ve son emre kadar bu mıntıkada kalacaktır.

Batı Cephesi Kurmay Başkanı Muzaffer Bey’in raporuna göre; Yunanlılar, 7 Ocak 1921 tarihinde Bursa’dan hareket ederek taarruza başlamış ancak Yenişehir civarında bu taarruz geri püskürtülmüş, birliklerimiz Pazarcık’ın doğusundaki mevzilere çekilmiştir. Ayrıca Mezit Vadisinde gizleme ve keşif yapılması için bir süvari bölüğü görevlendirilmiştir.

4’üncü Tümen Komutanı Albay Nazım Beyin 8 Ocak 1921 tarihinde yayınladığı Tümen emri ile Tümenin harekât planı belirlenmiş ve bölgede İnönü istasyonu karargâh olmak üzere tedbir alınmıştır. Buna göre; Tümen birlikleri İnönü istasyonuna inecek ve bu havalideki konaklara gireceklerdir. Tümene bağlı 58’inci Alay, Akpınar ve Kovalca köylerinde kalacak ve bu bölgeye yapılacak olası taarruza karşı koyacaklardır.

24’üncü Tümen Komutanı Yarbay Atıf Bey, 8 Ocak 1921 tarihinde kendi komutası altındaki 32’nci Alay, 143’üncü Alay, 2’nci Alay 1 inci Tabur, Söğüt Taburu ve İstihkam Bölüğüne yayınladığı emirle harekât planlarını detaylı olarak bildirmiş ve birlikler arasındaki koordineyi sağlamıştır. Buna göre; 24’üncü Tümen, Bilecik’in doğusunda zayıf bir artçı bırakıp Söğüt istikametine ilerleyerek Savcıbey civarındaki mevziyi işgal edecektir.

24’üncü Tümen Komutanı Atıf, 8 Ocak 1921 tarihinde Batı Cephesi Komutanlığına yazdığı harp raporunda, söz konusu birliklerin Yeniköy’den Söğüt’e intikallerinin devam ettiğini, 2’nci Alay 1’inci Taburun Yeniköy’ün batısında artçı olarak bırakıldığını ve düşmanın bir hareketi olmaz ise 10 Ocak 1921 tarihinde Söğüt’e çekileceğini bildirmiştir

Bunun üzerine Albay İsmet bey 8 Ocak 1921 de şu kutlama telgrafını çekmiştir:

”Birliklerinizin bir iki günden beri muharebede ve yürüyüşte büyük başarı gösterdiğini iftiharla takdir ediyorum. Düşman Karaköy’de bulunduğuna göre yarın sabaha kadar Söğüt’e varmış olmanız çok önemlidir. Bugün Karabayır’a keşif kolu gönderdim. İnegöl Müfrezesi ile Bozüyük’ten temas kurmaktayız”

Batı Cephesi Komutanı Albay İsmet Bey 8 Ocak 1921 tarihinde bir harp raporu hazırlayarak Genelkurmay Başkanlığına bildirmiştir. Bu rapora göre; Bursa bölgesinde 7/8 Ocak gecesinin sakin geçtiği, ancak, düşmanın üç kol halinde Pazarcık istikametine taarruz ettiği ve Karaköy’ün düşman tarafından işgal edildiği bildirilmektedir. Bu durum karşısında 24’üncü Tümen’in Bozüyük’ün doğusunda Çepni mıntıkasına çekilme emri verilmiştir

Batı Cephesi Komutanı Albay İsmet Bey, Gökbayrak Tabur Komutanlığına 9 Ocak 1921 tarihinde yolladığı telgrafta, bölgenin kurtuluşu için özverili olmalarını ve kısa sürede başarıya ulaşılacağını şu sözlerle dile getirmiştir.

“Düşman bugün Yenişehir cephesinde durmuş ve üstün kuvvetiyle Pazarcık üzerinden Karaköy e kadar ilerlemiştir. Bu kola kesin bir darbe vurmak için geçici olarak bütün kuvvetleri topluyorum. 24’üncü Tümenin büyük kısmının alınması bu nedenledir. Bu süre içinde arkanızı Leke ye vererek Lefke Köprühisar yolu üzerine bir bölük yerleştiriniz. Orhangazi ve İznik havalisindeki kuvvetlerinizi çekmeyiniz ve güneye cephe alarak düşmanın yanında kalınız. Bir iki gün sonra düşman Allah ‘ın yardımıyla geri çekilmeye mecbur edileceğinden taarruzi bir şekilde düşmanın yanında elinizden gelen gayreti gösteriniz’’

Görsel

10 Ocak tarihinden itibaren bizzat muharebe merkezi olan İnönü’den muharebeyi sevk ve komuta eden İsmet Bey, Tümenlere yolladığı emirler ile bölgeyi tamamen kontrol altına almıştır. Tümenleri ve bağlı birliklerini demiryolu hattı başta olmak üzere düşmanın hareket noktalarının karşısına mevzilendirmiştir. Birlikler için gerekli olan tüm erzak ve cephane ihtiyacı İnönü istasyonundaki depolardan karşılanmıştır. Tümenler 10 Ocak tarihinden itibaren hızla İnönü bölgesine intikal etmeye başlamışlar ve kendi mevzilerini güçlendirmişledir. Bu arada İsmet Beyin 24’üncü Tümen’e verdiği yazılı emirle Eskişehir istikametini örtmeleri, 4 ve 11 inci Tümenlerin de İnönü sırtlarındaki tepelere çekilerek tertibat almalarını istemiştir

Batı Cephesi Komutanı Albay İsmet Bey; İnönü’nün doğusundaki sırttan 10 Ocak 1921 günü saat 15.20’de 2’nci Süvari Grubu Komutanlığına çektiği telgrafta; düşmanın saat 10’dan itibaren bütün cephede taarruza başladığı ve Poyra istikametinden ilerleyerek İnönü’nün kuzeyindeki sırtları işgal etmek üzere olduğu, kendisinin bizzat İnönü’den doğuya doğru çekilecek tümenler ile beraber olacağı belirtildikten sonra, 24’üncü Tümen’in Eskişehir istikametini örterek Yunan güçlerine zaman kaybettirmesini emretmiştir

Bu arada 10 Ocak günü Eskişehir’de bulunan Kazım Beyin (Özalp’in) anlatımına göre, muharebe çok şiddetli geçmektedir

Batı Cephesi Komutanı Albay İsmet Beyin, 11 Ocak 1921 tarihli raporuna göre; 9-10 Ocak tarihlerinde şiddetli geçen muharebelerde düşmanın önemli bir kayba uğradığı ve geri çekilmeye başladığı, düşmanın hareketi hakkında keşif çalışmalarının sürdürüldüğü ve bölgede birliklerin savunma tertibatını devam ettirdiği anlaşılmaktadır

Batı Cephesi Komutanı Albay İsmet Beyin 12 Ocak 1921 tarihinde kendisine bağlı tümenlere 13 Ocak 1921 günü için yayınladığı cephe emrinde, tümenlerin yerinde kalmaları, bunun yanında süvari birlikleri tarafından keşif yapılması ve düşmanın taciz edilmesi emredilmiştir. Bu emir doğrultusunda, 2’nci Süvari Grubu Pazarcık istikametinde keşif faaliyeti ve Nazifpaşa istikametinde ise baskın düzenlemiştir. Bu arada tümenler, birliklerini tekrar düzenlemiş, malzemelerini toplamış, silahlarını temizletmiş, asker ve hayvanlarını bulundukları yerlerde istirahat etmelerini sağlamıştır .

Genelkurmay Başkanı Vekili Fevzi Paşa tarafından, Büyük Millet Meclisi Başkanlığına ve bütün Vekâletlere gönderilen 11 Ocak 1921 tarihli telgrafta muharebe ile ilgili şu bilgiler verilmiştir

‘’6 Ocak 1921 ‘de Yenişehir ve İnegöl istikametinden başlayarak çeşitli şiddet ve aşamalarla İnönü mevzilerimize kadar uzanan düşman taarruzu, 9 ve 10 Ocak 1921 ‘de Savcıbey-Akpınar-Karaağaç genel hattında meydana gelen çok şiddetli ve devamlı meydan muharebesinden sonra birliklerimizin kahramanca karşı koymaları ve müdafaaları karşısında  durmuş ve 10/11 Ocak 1921 gecesi düşman taarruzdan vazgeçerek hızla geri çekilmeye başlamıştır’’

Görsel

Genelkurmay Başkanı Vekili Fevzi Paşa tarafından, Büyük Millet Meclisi Başkanlığına ve bütün Vekâletlere gönderilen 11 Ocak 1921 tarihli telgraf

Görsel

 

 

                İnönü Savaşı Sonrası İsmet Paşaya tebrik mesajları

Büyük Millet Başkanı Mustafa Kemal, Genelkurmay Başkanı ve Batı Cephesi Komutanı İsmet Bey’e 12 Ocak tarihinde yolladığı tebrik mesajında şöyle demiştir:

“İnönü Meydan Muharebesinde Batı Cephesi birliklerinin uğurlu ve üstün komutanız altında kazandıkları kesin zaferden dolayı size ve kahraman ordumuzun bütün komutanlarıyla subay ve erlerine Büyük Millet Meclisinin en içten tebriklerini sunar ve bu zaferin, kutsal topraklarımızı düşman istilasından tamamen kurtaracak olan kesin zafere hayırlı bir başlangıç olmasını Allah’tan dilerim. Bu tebriklerimin ordunun bütün er ve subaylarına tebliğini rica ederim.”

Mustafa Kemal’in bu mesajına İsmet Bey şu karşılığı vermiştir.

“Allah ‘ın yardımıyla İnönü Meydan Muharebesi nin kaza-nılmasından dolayı Büyük Millet Meclisi’nin kalbi tebrik ve temennileri ordunun bütün er ve subaylarını şereflendirmiştir. Tam bağımsızlığın kazanılması vazifesini üstlenmiş olan Büyük Millet Meclisi’ne kayıtsız şartsız bağlılıktan aldığı manevi güç ile kutsal top¬raklarımızın kurtarılması görevini yerine getireceğine ordunun tam olarak inandığını arz ederim” .

 

12’inci Kolordu Komutanı Albay Fahrettin, Batı Cephesi Komutanlığına yazdığı telgrafta Birinci İnönü Muharebesi’nin zaferle sonuçlanmasının Afyonkarahisar’da sevinçle karşılandığını ve kutlamalar yapıldığını şöyle duyurmuştur.

“Batı ordumuzun mert ve kahramanca muharebeleri karşısında düşmanın yenildiği müjdesini alan Afyonkarahisar halkının, bugün bütün şehri bayraklarla donatarak, asker, halk ve öğrencilerden olu’ şan büyük bir insan kalabalığı ile hükûmet ve kolordu dairesine gel’ diği, milletin yüce ruhu ve büyük azmine tercüman olacak güzel konuşmalar yaparak ordumuza selam gönderip hükümete tebrik ve teşekkürlerini sunduklarını arz ederim” .

Batı Cephesi Komutanı İsmet Bey, bu telgrafa şöyle cevap vermiştir :

12’nci Kolordu Komutanlığına                                          13 Ocak 1921

Tebriklerinize teşekkür ederim.

Sevgili Anadolu’muzun bu defa da böğrüne hançer saplamak üzere gözü dönmüş bir şekilde saldıran düşman iyi bir ibret dersi alarak perişan bir halde kaçmak zorunda kaldı. Yakın gelecekteki şanlı zaferlere bir başlangıç olan İnönü Meydan Muharebesi, millet ve ordumuzun millî gayret ve kahramanlığını bütün parlaklığıyla ispat etmiştir. Bundan dolayı, millî gayenin elde edilmesi uğrunda orduya yardımcı olan sevgili milletimize şimdiden güçlü teminat vadetmekle iftihar etmekteyiz.

12’nci Kolordunun ve Afyonkarahisar’daki sevgili kardeşlerimizin teb rikleri ve samimi yardımları bütün Batı Cephesi subay ve askerleri için kuvvet ve övünç kaynağı olmuştur. Tebriklerinizi bütün orduya tebliğ ediyorum. Afyonkarahisar’ın vatansever muhitini savunan 12’nci Kolordunun İzmir’de Büyük Millet Meclisi ordusunun varlığını temsil etmesi en başta gelen temennimizdir.

Moskova Büyükelçisi Ali Fuat Bey muharebe sonrasında Batı Cephesi Komutanlığına şu telgrafı yollayarak tebriklerini iletmiştir.

 “Ocak ayı nın 9 ve 10’uncu günleri Batı Cephesinde meydana gelen ve düşmanın asıl ordusunun bozguna uğramasıyla sonuçlanan muharebelerden dolayı en içten tebriklerimi sunar, bu sebeple de başta siz olmak üzere bütün cephe arkadaşlarımızın sürekli zafer kazanmalarını saygılarımla ilave olarak dilerim.”

Bu tebrik telgrafına Batı Cephesi Komutanı Albay İsmet Bey şu şekilde karşılık vermiştir:

“Olağanüstü azim ve metanet ile bizzat kurduğunuz ve komuta etmiş olduğunuz kahraman kitlenin, düşman taarruzunu kırmayı başarmasından dolayı duyulan şeref, ordunun kendisine ve onu yetiştirmiş olan şahsınıza aittir. Bununla beraber bizden esirgemediğiniz iltifat ve tebriklerinize minnet ve şükranlarımızı takdim ederim. “

Doğu Cephesi Komutanı Kazım Karabekir Paşa da çektiği telgrafta;

“Kazanılan son başarıdan dolayı sizi ve Batı Cephesi’nin bütün mensuplarını içtenlik ve iftiharla tebrik eder ve başarılarının devamını dilerim”, diyerek zaferi tebrik etmiştir

Muharebe sonrasında, Hamdullah Suphi Bey, Adnan Bey ve Halide Edip Hanım tarafından Genelkurmay Başkanı ve Batı Cephesi Komutanı İsmet Bey’e çekilen telgrafta kendisi ve silah arkadaşları şu sözlerle onurlandırılmaktadır:

“Mütarekeden beri bir çok defa ölümle karşı karşıya gelen milletimizi her zamankinden daha büyük bir tehlikeye uğratan düşmanın son taarruzunu, genç ve büyük komutanımızın harp sanatı ile azim ve imandan oluşan kuvveti, püskürterek perişan etti. Mağrur bir kalp minnettar gözlerle muzaffer yürüyüşünüzü takip eden kardeşleriniz, mazlum halkımızı kurtaran kahramanımızı yanındaki silah arkadaşlarıyla beraber kutlarlar”

İsmet Bey bu telgrafa cevaben Halide Edip Hanımefendiye yazdığı 14 Ocak 1921 tarihli telgrafta teşekkürlerini şu sözler ile iletmiştir:

 “İltifatınız bize güç verdi. Sevgili kardeşlerime ayrı ayrı minnet ve şükranlarımızı, size de en içten saygılarımızı sunuyorum. Milletimizin şerefi ve yüz akı olan Halide Hanımefendi”

İşte size uydurma İnönü savaşı işte size zafersiz kahraman!!!

TIBBIYELİ HİKMET

Osmanlı zamanında da ezan Türkçe okunmuştu

Din istismarcılarının, siyasal islamcı ve Atatürk düşmanlarının her zaman ileri sürdüğü tez ”Atatürk devrimlerinin islam karşıtı olduğu” ve Cumhuriyetin ”dinsizlik rejimi” olduğudur. Hatta bu konuda o kadar iler gidiyorlar ki İngilizlerin bizi dinden uzaklaştırmak için Cumhuriyeti kurdurduğu, aslında kurtuluş savaşının hiç olmadığını tek amaçlarının islamı yok etmek olduğu iddiasını bile söylüyorlar. Bunun tek nedeni şeriat megalomanlığıdır. Bu hastalıklı ruh hali tüm Atatürk düşmanı şeriatçı kesimde vardır. Onlara göre islam o kadar mükemmel bir dindir ki müslüman olmayan herkes islamı kıskanır tehlikeli görür yok etmek ister. Sanırsın ki dünyanın en güçlü ülkeleri müslüman ülkeler ve bu gücün temelinde islam  var bu yüzden tüm dünya islamı elimizden alıp bizi güçsüz bırakmak istiyor.  Ne kadar mantıklı bilimsel bir tarih tezi değil mi?

 

 

Atatürk düşmanı tayfanın istismar ettiği konulardan birisi de Türkçe ezan konusudur. Yobaz tezine göre Atatürk din düşmanı olduğu için ezanı Türkçeye çevirmiştir.  Bazen daha da abartıp şöyle bir iddia ortaya atıyorlar. Atatürk ezanı Türkçeye çevirirken ”felah” kelimesine dokunmamış. Bilin bakalım neden? Efendim felahın anlamı kurtuluş demekmiş eğer ”haydi kurtuluşa” diye okunursa insanlar kurtuluşu namazda görüp camiye gidermiş. Atatürk bunu istemediği için ”felah” kelimesine dokunmamış. Şaka sanıyorsunuz değil mi? Şaka gibi ama gerçek. İnanmıyor musunuz? Buyrun izleyin o zaman

 

http://www.youtube.com/watch?v=X58DP2YpGi4

 

Ne kadar güzel bir video değil mi? Gizemli bir hava katmak için gerilimli bir müzik.  Neden çevrilmemiş biliyor musunuz? diye bir soru ve müthiş final. Bunu izleyince hemen aydınlandınız değil mi? Meğer bizi nasıl uyutmuşlar 🙂

 

 

Bu saçmalıkları bir kenara bırakıp konuya dönelim. Öncelikle ezan ne demektir sorusundan başlayalım. Ezan duyuru demektir. Hz. Muhammed zamanında müslümanları namaza çağırmak için nasıl bir çağrı yapılması konusu düşünülmüştür. Önce boruyla çağırmayı teklif edenler olmuş reddedilmiş sonra hristiyanlar gibi çan sesiyle çağrılmasını teklif edenler olmuş reddedilmiş ve sonunda Hz Muhammed,  Hz. Ömer ve Abdullah bin Zeyd’in görüşünü kabul edip  insan sesi üzerinde karar kılmıştır. İlk ezanı ise Etiyopyalı Bilal Habeşi okumuştur. İlk ezanı Bilal’in okuması manidardır. Yıllardır köle olarak satılan bir siyahi  müslümanları namaza çağırmıştır.

 

 

Görüldüğü gibi Ezanın ortaya çıkışı tamamen ”ihtiyaç”tır. Herhangi bir ayet ya da ibadet değildir. Müslümanları namaza çağırmak için Hz. Muhammed’in çevresiyle görüşüp karar verdiği bir meseledir. O günün koşullarında bulunan bir çözümdür. Ezan konusuna bu açıdan bakmazsak hiçbir zaman doğru bir tartışma yapamayız. Ezanın bir ibadet olmadığını, bir çağrı olduğunu ve tamamen dünyevi bir metin olduğunu unutmamak gerekir.

 

 

Ezanın tarihçesini ve dini değerini kısaca anlattıktan sonra şu soruyu sormak istiyorum. Ezan ilk kez Cumhuriyet zamanında mı Türkçe okunmuştur?  Cumhuriyetten önce Ezanın türkçeleştirilmesi düşünülmemiş midir? Türkçe Ezanı ilk kez Atatürk mü düşünmüştür?  Şunu bilmeliyiz ki Cumhuriyet zamanında yapılan devrimlerin kökleri Osmanlıya dayanır. Hiçbir devrim bir kaç yılda bir anda ya da bir günde yapılmamıştır. Tüm devrimler 100 yıllık meselelerin bir sonucudur. Cumhuriyetin başarısı Osmanlı zamanında düşünülen tartışılan devrimleri hayata geçirme cesareti ve başarısı göstermesidir. Atatürk bu devrimleri gökten vahiy inmiş gibi gerçekleştirmedi. Kendisi de Osmanlı’nın son dönem kuşağının bir bireyiydi ve döneminin tartışmalarına herkes gibi kafa yordu düşündü. Cumhuriyet zamanında da bunları gerçekleştirdi. Atatürk devrimlerini konuşurken bunu unutmamalıyız. Yok efendim bir gecede cahil bırakıldık gibi palavralar artık çok güdük kalıyor. İnsanlar yavaş yavaş gerçekleri öğreniyor.

 

 

İlk Türkçe ezan tartışmaları 19. yüzyılda tanzimat sonrası yapılmıştır. Tanzimat döneminin Osmanlı aydını her konuda olduğu gibi ezan konusunda da kafa yormuş ve ezanın Türkçeleştirilmesi konusunu tartışmıştır. Bu tartışmanın önemli isimlerinden biri batılılaşma öncülerinden Ali Suavidir.

 

II. Abdülhamit tarafından Galatasaray Mektebi Sutanisi Müdür­lüğüne getirilen Ali Suavi bu dönemde Beyazıt ve Ayasofya camilerinin kürsülerinden halka halkın diliyle onların anlayacağı şekilde hutbeler okumuştur. Ali Suavi her zaman Türkçenin özgürleştirilmesini savunmuştur.yayımlamakta olduğu “Ulûm” gazetesinde (2 ve 3 ncü sayılarında) “Lisan ve hatt-ı Turkî” adlı etüdünde, Müslümanlara göre en mükemmel dil sayılan Arapçayı eleştirmiştir . Dil konusunda  hutbelerin, namaz surelerinin Türkçeleştirilmesi gerektiğini hatta Türkçe namaz bile kılınabileceğini savunmuştur.  Bu konuda İmamı Azam Ebu Hanife’nin her milletin kuranı kendi diline tercüme ederek ibadet edebileceği fetvasını delil olarak göstermiştir.

 

 

Bir şeriat devleti olduğu söylenen Osmanlı zamanında ezanın, hutbenin hatta namazın bile Türkçeleştirilmesi gerektiğini savunulmuş, tartışılmış, düşünülmüştür.  Ezanın Türkçeleştirilmesi sadece düşüncede kalmamış uygulamaya da konulmuştur. Yanlış duymadınız. İlk Türkçe ezan Osmanlı zamanında okunmuştur. 1885 yılında İstanbul’u ziyaret eden Macar edebiyatçı  İgnaz Kunoş 1926 yılında İstanbul Üniversitesinde verdiği konferansta ilk Türkçe ezanın Osmanlı zamanında okunduğunu şu şekilde ifade etmiştir:

 

“Gel Şehzadebaşı’ndakı sakin kahveler. Direklerarasındaki kıraathaneler… Biri söylerse öbürü dinler. Akşam da oldu ikindi, mumlar şamdanlara dikildi. Şerefeye çıkmış müezzinler, Kıble tarafına dönüp ellerini yüzlerine örtüp ince ince ezan okumaya başladılar: Yoktur tapacak, Çalabdır ancak.” ( Başgöz, İlhan (1998). “Türkçe ezan”, Türkiye’de Laikliğin Sosyal ve Kültürel Kökleri (Türkçe dilinde), 45, Bilanço Yayıncılık. ISBN 9789751028143)

 

Ali Suavi’den sonra Türkçe ezan tartışmaları II nci Meşrutiyetle ortaya çıkan “Türk­çülük” akımıyla da desteklendi. Devrin yazarları Türkçe’nin özleş­tirilmesinin gerekliliği ve önemini ortaya çıkarmaya çalışıyorlardı.  Bu yazarlardan birisi de Ziya Gökalptir. Halkın ezanı ve kuranı anlayamadığını ve dinin Türkçeleştirilmesini savunuyordu. Bu görüşüne ”dini Türkçülük” adı verdi. Vatan şiirinde ezanın Türkçeleşmesi gerektiğini  şöyle dile getirmiştir:

 

 

“Bir ülke ki, camiinde Türkçe ezan okunur.

Köylü anlar manasını namazdaki duanın

Bir ülke ki, mektebinde Türkçe Kuran okunur

Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Hüda’nın

Ey Türk oğlu, işte senin orasıdır vatanın.”

 

Türkçe ezan tartışmaları II. Meşrutiyetten sonra da devam etmiştir. İttihatçıların mollalığını yapan Mehmed Ubeydullah Efendi, Talat Paşa’dan  Türkçe namaz kıldırmak için izin istemiş fakat Talat paşa halkın henüz buna hazır olmadığını söyleyip reddetmiştir. Yine de bu dönemde boş durulmamış kuran önce dergilerde daha sonra da kitap olarak Türkçe basılmıştır.

 

Ezanın ve dinin Türkçeleşmesini ve kuranın anlayarak okunmasını, önemli olanın kuranın manasını anlamak olduğunu savunanlardan biri de İstiklal marşının şairi Mehmet Akiftir. Yobaz kesimin zaman zaman istismar ettiği ve sözde Atatürk düşmanı gibi göstermeye çalıştığı Mehmet Akif gerçekte bir aydın Müslüman ve vatanseverdir. Mehmet Akif kuranın manasını anlamanın önemli olduğunu bir şiirinde şu şekilde ifade etmiştir

 

Çünkü biz bilmiyoruz dini.Evet, bilseydik,

Çare yok, gösteremezdik bu kadar sersemlik.  

“Böyle gördük dedemizden!” diye izmihlali  

Boylayan bir sürü milletlerin olsun hali,  

İbret olmaz bize, her gün okuruz ezber de!   

Yoksa, bir maksat aranmaz mı bu ayetlerde?

 Lafzı muhkem yalnız, anlaşılan, Kuran’ın:  

Çünkü kaydında değil hiçbirimiz mananın  

Ya açar Nazm-ı Celil’in, bakarız yaprağına;  

Yahut üfler geçeriz bir ölünün toprağına.  

İnmemiştir hele Kur’an, bunu hakkıyla bilin,  

Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için. ( Mehmet Akif Ersoy Safahat,s. 153) 

 

 

Sonuç olarak kısaca söylemek gerekirse Ezan Hz. Muhammed zamanında Müslümanlara çağırmak için ihtiyaçtan ortaya çıkan bir metindir. Hiçbir ruhani ve ilahi özelliği yoktur. Bir ibadet değil sadece çağrıdır. Osmanlı zamanında da ezanın ve dinin Türkçeleşmesi tartışılmış, Ali Suavi gibi aydınlar camilerde Türkçe hutbe okumuş, 1885 yılında Şehzadebaşında Türkçe ezan okunmuş, Ziya Gökalp ve Mehmet Akif gibi aydınlar kuranın manasının önemine vurgu yapmış, Meşrutiyet sonrası Türkçe namaza bile teşebbüs edilmiş fakat halkın hazır olmdığı düşünülerek vazgeçilmiş fakat kuranın Türkçesi yayınlanmıştır.

 

 

 

Ezanın Türkçeleşmesi de diğer devrimler gibi Osmanlı zamanında tartışılmış, deneme yapılmış fakat başarılamamıştır. Cumhuriyetin farkı Osmanlı zamanında gerçekleştirilemeyen devrimleri gerçekleştirmiş olmasıdır. Atatürk düşmanları size söylüyorum. Cumhuriyet devrimleri için ‘’dinsizlik’’ Atatürk’e ‘’din düşmanı’’ demeden önce geçmişe, torunu olmakla övündüğünüz Osmanlıya bakın. Eğer sövecekseniz önce Osmanlıya sövün. Bu devrimler dinsizlik ise 600 yıl şeriatla yönetildiğini iddia ettiğiniz Osmanlı da mı dinsizdi yoksa evliya dediğiniz halife ünvanı taşıyan padişahlar mı din düşmanıydı?

 

 

 TIBBIYELİ HİKMET

Atatürk 9 u 5 geçe ölmedi diyen tarih yalancılarına cevap

Görsel

Konu Atatürk olunca nerden ne bulup ne yazacağını şaşıran ve kinlerinden yalan üstüne yalan uyduran yobazlar bazen sınırları o kadar zorluyor ki bir akıl hastasının bile söyleyemeyeceği saçmalıkta yalanları birer ”tarihi gerçekmiş” gibi yazıp söylemekten utanmıyorlar sıkılmıyorlar.  Bu zırvalıklardan en saçması da Atatürk’ün ölüm saati konusudur. Yobaz iddiasına göre  Atatürk 10 Kasımda ölmemiştir gece ölmüştür. Şimdi bunu okuyunca içinizden ”ee ne olmuş yani” dediğinizi duyar gibiyim. Gerçekten ”ne olmuş yani” diyecek bir durum. Farzedelim ki 10 Kasımda ölmedi ne farkeder? 10 Kasım kutsal bir gün müdür? Atatürk’ün 10 Kasım’da ölmemesi bir suç mudur? Bunun tarih açısından değeri nedir?  Dedim ya yobaz konu Atatürk olunca dengesini kaybediyor.

Bu dengesizlerden biri ve en önde gideni de yobaz tayfasının ”üstad” dediği ama bilimsel tarih açısından bir maskara olan Kadir Mısıroğlu’dur. Bakın ”üstad” tarihçimiz Atatürk’ün ölümü hakkında neler söylüyor. Lütfen sonuna kadar dinleyin

http://www.youtube.com/watch?v=zimOO1vlV0g

Hayatı boyunca Atatürk’e ve Cumhuriyete küfretmeyi kendisine vazife edinmiş olan ama Atatürk’ün getirdiği hukuku okuyup avukatlık mesleğinden para kazanan Kadir Mısıroğlu her zaman olduğu gibi Allahtan korkmadan kuldan utanmadan yalan söylemektedir.  Kadir Mısıroğlunun konuşmasındaki yalanları maddeler halinde yazarsak

1- Atatürk’ün ölmeden önce son sözünün ”aleyküm selam” olmadığını, bunu bir kemalist uydurması olduğunu söylemektedir ki bu yalandır. Atatürk’ün son sözünün  ”aleyküm selam” olduğu belgelerle sabittir uydurma değildir. Bunu yeri gelince yazacağım.

2- Atatürk’ün gece öldüğünü ve bunu ezbere söylemediğini ifade etmektedir fakat bu konuda hiçbir bilgi ve belge gösterememektedir.

3- Atatürk’ün doktorlara sövdüğünü kovduğunu, doktorların sabah onu ölü bulduğunu söylemektedir. Kadir Mısıroğlu bunu söylerken bir gerçeği unutmuşa benziyor. Tüm kaynaklarda Atatürk’ün ölmeden önce son iki günü komada geçirdiği gerçektir. Peki soruyorum Atatürk komadayken mi doktorlara sövmüş? Kadir Mısıroğluna göre Atatürk doktorları kovmuş yalnız kaldığı gece ölmüş. Hani 2 günlük koma süresi nerde? Yok. İkincisi  Atatürk gibi bir liderin ölüm yatağında tek başına bırakılması mümkün müdür?

4- Atatürk’ün ölüm saatinin saygı duruşu için ayarlandığını söylüyor ki bana göre saçmalıkta zirveye çıktığı noktadır. Kadir Mısıroğlu’na şunu sormak lazım. ”Atatürk gece ölmüş olsaydı devlet erkanı gece yarısı mı Anıtkabirde tören yapacaktı? Atatürk’ün ölüm anında saygı duruşu olacağını kim söylemiş? Herhangi bir insan bile öldüğü anda yakınları acıdan perişan olurken Atatürk’ün ölümünü yanındakilerin bu kadar normal karşılaması ve yıllar sonra saygı duruşu kaçta olsun diye hesap yapmaları normal midir?  İsminiz Kadir Mısıroğlu ve deli raporunuz olursa bunu düşünürsünüz

Atatürk’ün hastalığı boyunca her gün hatta her dakika uygulanan tedaviler ve sağlık durumu deftere kaydedilmiştir. Bu defterler ”Atatürk’ün nöbet defteri” adı altında toplanmıştır. Bu defterlerde Atatürk’ün her gün sağlık durumu, ateşinin kaç derece olduğu ve ne tedaviler uygulandığı dakika dakika yazılmıştır. Atatürk gibi bir liderin sağlık durumunun her dakika kayıt altına alınmasından daha doğal bir durum olamaz. Buna rağmen Atatürkün ölümünü belirsiz göstermeye çalışanlar kendilerini komik duruma düşürdüklerinin farkında değil..

Atatürk’ün sağlık durumuyla ilgili bazı raporlar :

İlk rapor: 17 Ekim 1938

Reisicumhur Atatürk’ün duçar oldukları karaciğer hastalığı normal seyrini takip ederken 16 Birinciteşrin (Ekim) 1938 tarihine tesadüf eden pazar günü birdenbire aşağıdaki arazı göstermiştir:

– Saat 14.30’dan, 22.00’ye kadar gittikçe artarak devam eden umumi zaaf ile birlikte hazmi ve asabi araz. Bu saate kadar nabız dakikada 116, teneffüs 22 ve hararet derecesi 36.5 idi.

– Saat 22.00’den bu sabah saat 10.00’a kadar yukarıda ismi geçen araz kıs­men hafiflemiş ve nabız dakikada 104, teneffüs 20, hararet derecesi 37 olmuştur.

– Yapılan muayene ve müşavere neticesinde tespit ve tatbik edilen mudavat­tan sonra umumi ahvalde hafif bir salah görülmekle beraber vaziyet ciddiyetini muhafaza etmektedir.

17 Ekim 1938 saat: 20.00

Bugün, dün akşamkine nispetle daha iyi geçmiştir. Asabi arazlarda bir deği­şiklik yoktur, nabız muntazam 116, teneffüs 20, hararet derecesi 37’dir.

18 Ekim 1938 saat: 10.00

Atatürk’ün umumi vaziyetinde büyük bir değişiklik yoktur; geceyi daha iyi geçirdiler. Nabız 90-100 arasında, teneffüs 18, hararet derecesi 36.4’tür.

18 Ekim 1938 saat: 20.00

Reisicumhur Atatürk’ün rahatsızlığı aynı halde devam etmektedir. Nabız 120, teneffüs 18 ve hararet derecesi 38’dir.

19 Ekim 1938 saat: 20.00

Asabi arazlarda hafif, fakat aşikar bir iyilik vardır. Umumi hal daha iyi; nabız muntazam 108, teneffüs 20, hararet derecesi 36.9’dur.

20 Ekim 1938 saat: 10.00

Geceyi çok rahat geçirdiler. Asabi arazlar zail olmak derecesinde azalmıştır. Umumi hal daha iyi, nabız muntazam 102, teneffüs 20, hararet derecesi 36.8’dir.

20 Ekim 1938 saat: 20.00

Asabi arazlar tamamen geçmiştir; umumi salah artmaktadır. Nabız muntazam 94, teneffüs 20, hararet derecesi 37.1 ‘dir.

O gün saat: 10.00’da neşredilen rapor:

Geceyi rahat geçirdiler. Umumi salah artmaktadır; nabız muntazam 94, teneffüs 20, hararet derecesi 36,9’dur.

Saat: 20.00’de neşredilen rapor:

Bugünü çok iyi geçirdiler; umumi ahvaldeki iyilik devam etmektedir. Nabız muntazam, kuvvetli 80, teneffüs 20, hararet derecesi 36.9’dur.

22 Ekim 1938 günü neşredilen rapor:

Bir hafta evvel zuhur eden arazlar tamamiyle geçmiştir. Nabız muntazam, kuvvetli 80, teneffüs 19, hararet derecesi 36.8’dir. Hastalık normal seyrine avdet etmiştir; günlük tebliğ neşrine lüzum kalmamıştır.

Koma devresinde yayınlanan raporlar:

8 Kasım 1938 Salı saat: 23.00

Bugün saat 18.30’da hastalık birdenbire normal seyrinden çıkarak şiddetlenmiş ve sıhhi vaziyetleri yeniden ciddiyet kesbetmiştir; hararet derecesi 36.4, nabız muntazam 100, teneffüs 22’dir.

9 Kasım 1938 saat: 10.00

Geceyi rahatsız geçirdiler; umumi hallerindeki vaziyet ciddiyetini muhafaza etmektedir. Hararet derecesi 36.8, nabız muntazam 128, teneffüs 28’dir.

9 Kasım 1938 saat: 20.00

Bugünü yorgun ve dalgın geçirdiler. Umumi ahvaldeki ciddiyet biraz daha ilerlemiştir. Nabız muntazam dakikada 124, teneffüs 40, hararet derecesi 37.6’dır.

9 Kasım 1938 saat: 24.00

Saat 20.00’den itibaren dalgınlık artmıştır. Umumi ahval vehamete doğru seyretmektedir. Hararet derecesi 37.6, nabız 132, teneffüs 33’tür.

Raporlardan da anlaşıldığı gibi hastalığı boyunca ölümüne kadar dakika nabız teneffüs sayılarına kadar kaydedilmiştir. Aldığı nefes sayısına kadar kayfdedilen bir insanın ölüm dakikasının bilinmemesi mümkün müdür?  Atatürk’ün nöbetr defterinden son günleriyle ilgili ayrıntılı raporlardan bazıları şöyledir:

Doktorların raporları incelediğinde Atatürk’ün 9’u 5 geçe öldüğü ve ölüm anına kadar her dakika sağlık durumunun kayıt altına alındığı görülmektedir. Kadir Mısıroğlu ne demişti tekrar hatırlayalım. ”Atatürk doktorlara sövüyordu kovuyordu sabah geldiklerinde bir baktılar ki ölmüş” 🙂  Şimdi bunu diyene mi kızmalı yoksa buna inananlara mı karar sizin.

Atatürk’ün ölüm raporunda da  öldüğü dakika 9 u 5 geçe olarak geçmektedir.

Eee ne olmuş yani öyle yazmış olamazlar mı diyecekler biliyorum. Bende diyorum ki neden yalan yazma ihtiyacı duysunlar? Gece ölmek ayıp ya da saklanması gereken bir şey mi? Öldüğü an yalan rapor yazmayı mı düşünmüşler? Bu kadar komik olmayın Allah aşkına

Atatürk’ün ölüm saatinin 9u 5 geçe olduğunun ispatlarından birisi de son günlerinde yanında bulunanların hatıralarıdır. Bu anılardan bazı örnekler

27 Şubat 1938’de ilk olarak Atatürk’ün son hastalığının teşhisini koyan konsültasyon heyetinden itibaren bütün gelişmeleri yakından takip eden ve sürecin içinde bizzat yer alan Sağlık Bakanlığı Müsteşarı Dr. Asım Arar son gelişmeleri (o sırada görevli olarak Ankara’da bulunmaktadır) şu şekilde anlatmaktadır:

”O günü ve geceyi gözümüzü kırpmadan geçirdik. Bütün gece devam eden aynı şekildeki durum esnasında Atatürk’ü hariçten görebilenler olsaydı kendisinin rahat ve derin bir uykuda olduğunu zannetmemelerine imkan yoktu. Yalnız şu farkla ki etrafındaki ufak tefek gürültü ve hareketler sık sık müdavi tabipler tarafından nabız ve teneffüs muayenesi ve diğer tıbbî tedbirler tatbiki gibi şeylerden tamamı ile habersiz bir halde idi. Sabaha kadar kalp ve deveran sistemindeki intizamlı faaliyet devam etti. Otuzaltı saatten fazla devam eden bu derin uyku esnasında bu sistemdeki hayatiyet kudreti hakikaten hayrete şayan idi. Fakat sabaha karşı bu cepheden de zaaf alâmetleri görülmeğe başladı.

10 Kasım Perşembe günü şafak vakti güneş sonbaharın güzel İstanbul’a mahsus parlak günlerinden birini müjdelerken Türkiye Cumhuriyeti’nin ve inkılâbının kurucu ve koruyucusu Büyük Atatürk’ün halinde büyük bir hezal görülüyordu. Sabahın erken saatlerinde uykusuz ve heyecan içinde geçen uzun bir gecenin sinirlerim üzerinde bıraktığı ıstırabı biraz olsun gidermek ve serin bir hava teneffüs etmek üzere dışarı çıkmak ve dolaşmak lüzumunu hissettim. Avdet etmek üzere iken Dolmabahçe sarayının damında sallanan Cumhurbaşkanlığı bayrağının ağır ağır yarıya indirildiğini gördüğüm zaman artık her şeyin bittiğini ve sevgili Atatürk’ün çok uzun süren son dünya uykusundan hiç açılmadan ebedi uykusuna dalarak terki hayat ettiğini anladım… Bütün bu acı düşüncelerle göz yaşlarımı zaptedemedim ve ağlayarak saraya geldim.  

Atatürk 10 Kasım 1938 Perşembe günü sabah saat 9.05’de bu fâni hayata veda etmiş bulunuyordu. Vefatında resmi kayıtlara nazaran 58 yaşında idi…

Saraya girdiğim zaman Atatürk’e yakın olan bayanların acı feryatları ve bütün etrafın derin teessürleri ile karşılaştım. Hissettiğim ye’is ve matem o kadar büyük ve umumî idi ki kimsenin kimseyi taziye edecek hali ve kudreti yoktu. Yukarı kattaki salonlardan birinde Sayın Celal Bayar ve Şükrü Kaya’nın millete hitaben neşredilecek beyannamenin tanzimi ile meşgul olduklarını gördüm. Biz hekimlere düşen vazifelerden biri de ölüm sebeplerini bildiren fen dili ile yazılmış bir raporun hazırlanması idi. Müdavi tabiplerle görüşerek yazılacak bu raporun müsveddesini hazırladım ve raporu bütün hekimlerle beraber imzaladık…” (Son Günlerinde Atatürk, Dr. Asım Arar’ın Hatıraları, Yayınlayan: İsmail Arar, Selek Yayınları, İstanbul, 1958, s. 58-63)

Son anlarında Atatürk’ün yanında bulunanlardan birisi de Kütüphanecisi Nuri Ulusu’dur. Ulusu anılarında, son gelişmeleri şöyle anlatmaktadır:

“Atatürk’ün son hastalıklı devrelerinde, yani komalara girip çıktığı günlerde, doktorların ve yakınlarının dışında, yanına girip çıkabilen ender kişilerden biriydim. Zaten bilindiği gibi, çok önemli bir cümlesi vardı: ‘Özel hemşire falan istemem, bana benim çocuklarım herkesten iyi bakar.’ Evet, işte o çocukları ben ve arkadaşlarımdı. Ona öyle güzel ve titiz bakardık ki doktorları dahi şaşırırlardı. İşte böyle girdiği komaları esnasında zaman zaman ‘Aman Yarabbim, aman Yarabbim’ diye mütemadiyen Halikından, Allah’ından yardım dilediğini gözlerimle gördüm, kulaklarımla işittim. Aman Allahım, aman Allahım ne acımasız günlerdi o günler…

O koca dev adam, Büyük Komutan, Ulu önder Atatürk. O tüm dünyadan korkmayan, hatta tüm dünyaya kafa tutan o insan. Büyük Allah’ına, Tanrısına olan inancı ve imanıyla ‘Aman Yarabbi, aman Yarabbi’ diyerek ondan yardım bekliyordu. Bu muydu dinsiz Atatürk, bu muydu? Allah’a kitaba inanmayan, Mason Atatürk… Bunları söyleyenin Allah cezasını versin; veriyor zaten, her zaman da verecektir. Bunu yaşayanlar hep göreceklerdir. O sıkıntılı günler Cumhuriyet Bayramı’ndan sonra iyice arttı, Atatürk gözlerimizin önünde her geçen gün biraz daha güçsüzleşiyor adeta eriyordu. 9 Kasım günü hemen hemen kendinde değildi. Ben ve arkadaşlarım hiçbir şey yapamamanın acizliği ile sıkıntıdan üzüntüden kendi kendimizi yiyor ve sadece köşe bucakta gözyaşı döküyorduk.  

10 Kasım 1938 saat dokuzu beş geçe Atatürk’üm son nefesini veriyor. Odada bulunan herkes komada, Büyük Komutan göz göre göre gidiyor, kimse bir şey yapamıyor ve son nefesini veriyor. Hiç unutmuyorum, Atatürk öldü der denmez, oda kapısının önünde nöbet tutan genç bir teğmen şöyle bir başını havaya kaldırdı ve küt diye koca vücuduyla kalıp gibi yere düştü, bayılmıştı.

Bir tarih göç etmişti, biz ne yapacaktık. İlk telaş sonunda doktorları son muayeneleri yaptılar, çenesini Dr. Kamil Berk, Mim Kemal Öke Bey gözlerini yavaş yavaş kapatıp, bir mendille bağladılar.[1 Bilahare yüzünün maskının alınması gerektiği söylendi. O anda şaşırmış vaziyette odada bulunanlardan kimse cesaret edemzken, ben hemen atıldım ve ‘ben yapayım’ dedim. Gerekli onay bana verildikten sonra, hemen gerekli levazımatlar getirildi, başucuna iliştim, o güzel yüzünü sevip okşayarak, onu bu ölüm halinde dahi incitmekten korkarak, yüzünün mask’ını aldım, işimi bitirdim. Ne kötü kaderdi bu” (Atatürk’ün Yanı Başında Çankaya Köşkü Kütüphanecisi Nuri Ulusu’nun Hatıraları, Derleyen: M. K. Ulusu, Doğan Kitap, İstanbul, 2008, s. 236)

Atatürk’ün doktorlarından Dr. Akil Muhtar Özden notlarında Atatürk’ün son anlarını şöyle anlatmaktadır:

“Ahval-i umumiye fenadır. Koma devam ediyor. Agoni ralleri var. Bir defa daha 500 cm küp Glikoz Serumu veride yapıldı. Saat 8.00’de kalbe faydası, nabzın biraz dolgun olmasıyla görünür gibi oldu. Lakin koma ve agoni devam etti. Saat 9.05’de vefat. Ben, Mehmet Kâmil Bey, Mim Kemal Bey orada idik. Herkes hazin hazin ağladı” (“Dr. Akil Muhtar’ın Anılarıyla Atatürk’ün Son Hastalığı”, Prof. Dr. Bedi Şehsuvaroğlu, Atatürk’ün Sağlık Hayatı, s. 37-38)

Atatürk’ün son anlarında yanında bulunan Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak şu şekilde anlatmaktadır:

Odada ve bütün Sarayda derin ve ruhani bir sükût hüküm sürüyor. Sağ tarafta başı ucunda Operatör Mim Kemal duruyor; dr. Kâmil Berk başını onun omzuna dayamış, hıçkırıyor… Prof. Dr. Akil Muhtar Özden kendinden geçmiş, odanın içinde telâşlı adımlarla durmadan dolaşıyor; hem ağlıyor, hem de mütemadiyen: “Aman Yarabbi” diye mırıldanıyor… Ben yatağın sol tarafında ayakta duruyorum; yanımda Muhafız Komutanı İsmail Hakkı Tekçe var… Her tarafım uyuşmuş, bütün duygularım donmuş bir halde, o güzel, o nurlu çehreye dalmış, bakıyorum… Hazin sessizlik içinde kulağıma yalnız Dr. Mehmet Kâmil ve Prof. Akil Muhtar’ın hıçkırıkları çarpıyor. Saat tam 9’u beş geçiyor… Birdenbire gözleri açılıyor, dikkat ediyorum: Gök mavisi gözlerinde halâ bildiğimiz çelik parıltıları ışıldamaktadır. Bir an sert bir hareketle başını sağa çeviriyor… Bana öyle geliyor ki, bu hareketiyle etrafındakilerin şahıslarında ilahî bir aşk ile bağlandığı ve inandığı aziz milletini son defa askerce selamlamaktadır. Birkaç saniye sonra o Azametli Varlık, milletinin kalp ve idrakiyle beşer tarihindeki ölümsüz hayatına göçmüş bulunuyordu… Ben de artık hıçkırıklarımı zaptedemedim; yatağa dönüp diz çöktüm, sağ elini ellerlimin içine aldım, öptüm ve yüzüme gözüme sürdüm. Bu sırada Operatör Mim Kemal gözlerini kapatıyor, Mehmet Kâmil de çenesini bağlıyordu. Yerimden kalktım, yapılacak vazifelerim vardı; gözyaşlarımı sildim ve odadan çıktım. (H. R. Soyak, Atatürk’ten Hatıralar, C: II., s. 771-773)

Atatürk’ün nöbet defleri, ölüm raporu ve öldüğü anda yanında bulunanların hatıraları Atatürk’ün 9 u 5 geçe öldüğünü göstermektedir.

ATATÜRK’ÜN SON SÖZÜ ALEYKÜM SELAMDIR

Atatürk düşmanlarının kabullenemediği ama bize göre sadece bir ayrıntı olan konu Atatürk’ün son sözüdür.  Atatürk düşmanlarına göre bu kemalistlerin uydurmasıdır böyle bir şey yoktur. Oysa gerçek bu kemalist uydurması değil Cumnhurbaşkanı Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak’ın anlatımıdır. Atatürk’ün son sözünün ”aleyküm selam olduğunu Hasan Rıza Soyak şöyle anlatmaktadır:

”Saat 18.00’den sonra yanından ayrılıp, günlük işlerimle meşgul olmak üzere büroma inmiştim; çok geçmeden fenalaştığını telefonla bildirdiler (saat 18.55). Telaşla hususî daireye koştum; yatak odasının iç içe olan iki kapısı arasındaki boşlukta Ali Kılıç duruyordu. Odaya girdiğim zaman Atatürk’ü şu vaziyette gördüm: Yatağın ortasında, iki elini yanlarına dayamış, oturuyor ve mütemadiyen öğürerek: “Allah kahretsin” diye söyleniyordu; ara sıra da hizmetçilerin tuttukları tasa koyu kahverengi bir mayi (pıhtılaşmış kan) çıkarıyordu.

Nöbetçi Doktor Abrevaya ile o sırada yetişen Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp kendisine yine bir taraftan bazı ilaçlar enjekte etmeye, bir taraftan da buz parçaları yutturmaya başladılar; bir aralık sağında bulunan tuvalet masası üzerindeki saate baktı; her halde iyi göremiyordu ki bana sordu:

“Saat kaç?..”

Cevap verdim: “7.00 Efendim.”

Aynı suali bir iki defa daha tekrar etti, aynı cevabı verdim. Biraz sükûnet bulunca yatağa yatırdık; başucuna sokuldum:

“Biraz rahat ettiniz değil mi efendim?..” diye sordum.

“Evet!..” dedi.

Arkamdan Neşet Ömer İrdelp yanaşıp rica etti: “Dilinizi çıkarır mısınız efendim?..”

Dilini ancak yarısına kadar çıkardı; Dr. İrdelp tekrar seslendi: “Lütfen biraz daha uzatınız!..” Nafile!.. Artık söyleneni anlayamıyordu; dilini uzatacağı yerde tekrar tamamen çekti; başını biraz sağa çevirerek Dr. İrdelp’e dikkatle baktı ve‘Aleyküm selam dedi; son sözü bu oldu ve ikinci ponksiyondan tam 30 saat sonra komaya girdi”  (H. R. Soyak, Atatürk’ten Hatıralar, C: II., Yapı ve Kredi Bankası A. Ş., Yayınları, İstanbul, 1973, s. 771)

Şunu açık ve net belirtmek istiyorum ki eğer Atatürk son nefesinde ”Aleyküm selam” dememiş olsaydı da bir şey değişmezdi. Aleyküm selam demeseydi başka bir şey diyecekti. Belki ”beni hatırlayın” diyecekti. belki ”arkamdan ağlamayın” diyecekti. Sonunda bir söz söyleyecekti.  Peki neden ”aleyküm selam” demesi yobazı bu kadar rahatsız ediyor? Bunun cevabını da kuran bize veriyor.

”Melekler, canlarını temiz insanlar olarak aldıklarına şöyle derler: “Selâm size (selâmünaleyküm); yapıp ettiklerinize karşılık olarak girin cennete”  ( Nahl-32)

Eğer Ahiret mutluluğuna ermiş kişilerden ise, kendisine, “Selâm sana Ahiret mutluluğuna ermişlerden!” denir. (Vakıa- 90,91)

Şimdi neden yobazın Atatürk’ün ölümünden bile rahatsız olduğunu anladınız mı? Atatürk’ün ölümü bile onlara bir ders veriyor. Ölümü bile onları rahatsız edecek özellikler taşıyor. Bu da yobazın değişmez kaderi…

TIBBIYELİ HİKMET

Mekke 1 Ocak’ta Fethedildi Yalanı

Tarihi bir bilim olarak değil de bir çatışma aracı olarak ele alanlar sürekli yalan üstüne yalan üretirler. Çünkü bu insanlar için tarih doğru bilgiye ulaşma ve ders çıkarma aracı değil gerçekleri çarpıtarak kendi ideolojisine uydurma aracıdır. Belgeden bilgiye ulaşmak yerine bilgiye göre belge uydurma yolunu izliyorlar. Durum böyle olunca yalan üstüne yalan biniyor çoğu zaman da bu yalanlar birbiriyle çelişiyor.

Bu yalanlardan biri de ”Mekkenin fethi” olayıdır. Özellikle son yıllarda kendisine islami kesim diyen ama gerçekte islamla alakası olmayan siyasal islamcılar yılbaşına alternatif yaratmak için ”Mekke’nin fethi 1 Ocaktır” diyip ”Mekke fethi kutlamaları” diye bir şey çıkardılar. Bu durum cahilliğin ortaya çıkardığı bir komedidir. Akılları sıra yıl başını ”hristiyan bayramı ” olarak gördükleri için buna karşı bir ”müslüman bayramı” uydurdular.  Cehalet paçadan akıyor.  Hristiyanların dini bayramı olan ”Noel’in” 25 Aralık olduğunu ve yıl başıyla alakası olmadığını mı anlatayım yoksa Mekke’nin 1 Ocakta fethedilmediğini mi? Konumuz Mekkenin Fethi olduğu için Mekke’den devam edelim 🙂

Mekke hicretin 8. yılında Hz Muhammed tarafından fethedilmiştir. Tarihi açıdan bakarsak islamın arap coğrafyasında merkezileşmesi açısından önemli bir olaydır. Mesele Mekke’nin fethi değil ne zaman fethedildiğidir. Bu konuda da bir çok tarihi kaynak ( İbn İshâk, İbn Hişâm, Belâzûrî, Vâkıdî, İbn Esir, İbn Kesir, Taberî) Mekke’nin fethi hakkında 20 ramazan 8 tarihini vermektedir. Bu tarihte miladi takvime göre 11 Ocak 630 dur.

Şimdi cahil yobaz her yalanı ortaya çıkarıldığında ”hani ispatı nerde” diyecek. Sanki kendisi her konuda belgeli konuşuyormuş gibi üstelik 1 Ocak olduğunun ispatı yokken…  Bu yalanı deşifre edelim.

Mekke’nin fethinin 11 Ocak 630 olduğunun ilk ispatı çok basit.Hicrî takvimi milâdî takvime çeviren on-line takvim çevirme kılavuzuda hicri takvime göre 20 Ramazan 8 yazıp miladi takvime çevirdiğinizde karşınıza 11 Ocak 630 tarihi çıkıyor.Online çevirme kılavuzu aşağıdaki linktedir: 

http://193.255.138.2/takvim.asp

Daha açık ve net göstermek için  20 Ramazan 8 yazıldığında 11 Ocak 630 tarihi çıktığını göstermek istiyorum

http://193.255.138.2/takvim.asp?takvim=2&gun=20&ay=9&yil=8

Eeee bu kadar mı belki hatalı çevirmiştir diyenler olacaktır. Bunu da düşündüğüm için devletin resmi kaynaklarında Mekke’nin fetih tarihinin ne olarak geçtiğine bakalım.

Beşiktaş müftülüğünün resmi sitesinde Mekke’nin Fethi hakkında şu satırlar yazıyor:

Tarih bazı kaynaklarda 11 Ocak 630 olarak geçmekte ve 20 Ramazan Hicri 8. yıl Perşembe’ye tekabül etmektedir.

Diyanet takviminde 1 Ocak sayfasında Mekke’nin Fethi olarak ifade edilmektedir. Ancak http://www.diyanet.gov.tr/yayin/basiliyayin/yweboku.asp?sayfa=30&yid=1 adresindeki siyer bilgisinde “f) Mekke’ye Giriş (20 Ramazan 8 H./11 Ocak 630 M.)” olarak verilmektedir.

Aşağıdaki makalede ise “Kollar Mekke’ye Girerken Takvim yaprağı, Hicretin sekizinci yılı Ramazan ayının on üçü Cuma gününü gösteriyordu. Gün henüz yeni ağarmıştı.” olarak geçmektedir. Hicri-Miladi çevirim programlarında da bu Hicri tarih 4 Ocak 630 Perşembe tarihine denk gelmektedir.

Peygamber Efendimiz döneminde rü’yetin, bu tür hesaplama programlarında ise kavuşumun esas alınması sebebiyle hesaplama programları, 1 gün öncesini gösterebilmektedir. Günümüzdeki hesaplamalarda da bu yaşanmaktadır. 

Doğru olan tercihin 11 Ocak olması gerekir. İlgililerine duyurulur.

http://www.besiktasmuftulugu.gov.tr/?&Bid=261886

Burada önemli olan nokta Diyanetin kendi yaptığı hatayı düzeltmesidir. Durum böyleyken yanlışta ısrar etmek niye?

Başka bir kaynak yine devletin resmi sitesinden. Milli eğitim bakanlığının İmam hatip ortaokullarında okuttuğu ”Hz. Muhammedin hayatı” kitabında Mekke’nin fethi 11 Ocak 630 olarak geçmektedir

 

Resmi büyük görmek için

http://u1312.hizliresim.com/1j/z/w1typ.jpg

Kitabın pdf si

http://ttkb.meb.gov.tr/dosyalar/kitaplar/hzmuhammedinhayati_5.pdf

İsteyenler bilgisayarına indirip 23. pdf sayfasına bakabilir

Yine Milli Eğitim bakanlığının  Orta öğretim de Hz. Muhammed’in hayatı kitabında Mekke’nin fethi 11 Ocak 630dur

Resmi büyük görmek için

http://u1312.hizliresim.com/1j/z/w1wfw.png

Kitabın pdf si

http://ttkb.meb.gov.tr/dosyalar/kitaplar/hzmuhammedinhayati_9.pdf

İsteyenler bilgisayarına indirip 21. pdf sayfasına bakabilir

Bir islami siteden örnek göstermek istiyorum. Tamamen islam propagandası yapılan bir sitede Mekke’nin fethi tarihi 8 Ocak 630 olarak verilmektedir

http://www.islamustundur.com/aforum.html

Bu örneği  hicri Ramazan 8 in Ocak 630 a denk geldiğini göstermek için verdim. Görüldüğü gibi Mekke 8 ya da 11 Ocak 630 yılında fethedilmiştir 3 günlük bir fark vardır fakat 31 Aralık olması mümkün değildir

İslam aleminde bizden başka bir müslüman ülkede 31 Aralık’ta   Mekke’nin fethi kutlanıyor mu diye düşündünüz mü? Ben söyleyim böyle bir kutlama yok çünkü bizden başka Mekke’nin 31 Aralık’ta fethedildiğini bilen bir ülke yok. Sanırım islam aleminde tek akıllı ülke biziz. Bizden başka herkes yanlış biliyor.

Bazı yabancı kaynaklarda ”Mekke’nin fethi” hakında bilgiler:

Muslim army entered Mecca on January 11, 630 (20th of Ramadan 8 hijrah). The entry was peaceful and bloodless entry on three sectors except for that of Khalid’s column.

 

http://sheenweb.com/conquest-makkah/

Richard A. Gabriel’in Muhammad: Islam’s First Great General kitabında Mekke’nin fethi 11 Ocak 630 olarak geçmektedir

http://books.google.com.tr/books?id=nadbe2XP2o4C&pg=PA166&lpg=PA166&dq=conquest+of+makkah+january+11&source=bl&ots=sDeEXg4MPA&sig=lCOk8xWv4syDH1RFarxAYB98BQA&hl=tr&sa=X&ei=ERDCUpCtFoWe7AbQ84GQDA&ved=0CFMQ6AEwBQ#v=onepage&q=conquest%20of%20makkah%20january%2011&f=false

http://todayinhistory.tumblr.com/post/15673637093/january-11th-630-muhammad-leads-the-conquest-of-mecca

The entry into Makkah took place on January 11, 630 (the 20th of Ramadan, 8 Hijri). It proved a peaceful and bloodless operation except in the sector of Khalid.

http://www.justislam.co.uk/The%20Sword%20of%20Allah/07.04.html

He entered Mecca thankful to Allah, following the Azahir road from the upper northwest and with the muhajirs and Companions. The Prophet stayed in Hajun and met the other units at Mount Safa (Ramadan 20, 8/January 11, 630).

http://lastprophetmuhammad.com/2010/07/conquest-of-mecca.html

Sonuç olarak maddeler halinde sıralarsak

1- Online takvim çevirme kılavuzuna göre Mekke’nin fethi 11 Ocak 630dur

2- Diyanetin resmi sitesine göre Mekke’nin fethi 11 Ocak 630dur.

3-Milli Eğitim Bakanlığı’nın imam hatip Ortaokullarında okuttuğu Hz Muhammedin hayatı kitabında Mekke’nin fethi 11 Ocak 630dur.

4-Milli Eğitim Bakanlığı’nın Orta öğretimde  okuttuğu Hz Muhammedin hayatı kitabında Mekke’nin fethi 11 Ocak 630dur.

5- İslam propagandası yapan bir sitede Mekke’nin fethi 8 Ocak 630dur.

6- Tüm islami yabancı sitelerde Mekke’nin fethi 11 Ocak 630dur.

Devletin 3 resmi sitesinde  online takvimde ve tüm islami yabancı sitelerde Mekkenin fethi 11 Ocak 630 tarihi yazıyorken hala sırf ideolojik propaganda için  yılbaşına denk getirmek ayıptır komiktir. Üstelik tüm islam dünyası içinde sadece bizim böyle bir yalana sarılmamız asırlardır islama önderlik etmiş bir millet için utanç vericidir

TIBBIYELİ HİKMET